26 Eylül 2012 Çarşamba

Bir Rüya Gördüm


Uykun hiç gelmez. Gece, bir melodidir en sevdiğinden. Çanlar hep sana çalınıyor. Pencereye yaklaşamıyorsun. Korkular uyuşturuyor beynini. Gitmemelisin o bilinmeze ama senaryo yazılmış. Dalacaksın en derinine bilinmezin. Anlat bakalım kalem…

Bir rüya görüyorum…

Elimde bir fotoğraf var. Gölgeler karalanmış sanki üzerine. Hiçbir vakit, hiçbir insan, canlı kondurulmamış kağıda. Canımı acıtıyor ama sürekli bakmak ihtiyacı duyuyorum. Gölge çıkıyor fotoğraftan ve boynuma sarılıyor. Beni öldürüyor ve bunu yaparken muazzam bir huzur veriyor. Gölgeyi seviyorum.
Uyanıyorum…daha ölüp ölmediğimi bile bilmeden. Tekrar yatıyorum matemlere…
Kurumuş bir papatya var masamın üzerinde. Eğiliyorum ve kokluyorum. Tıpkı ismi gibi kokuyor. Koku, burnumdan beynime ulaşıyor. Koparıldığı kırlara uçuyorum, bulutların üzerinde. Uzanıyorum , yanımda kurumuş papatya da var. Nasıl koparıldığını anlatıyor bur kırdan usul usul, tumturaklı sözlerle. Geçmişini izliyor. Geçmişini anlatıyor. Ağlıyor... Huzurum kalk gidelim diyor. Gözlerimi açıyorum. Sigaram masamın üzerinde, daktilomun yanında kalmış. Okumak için hasretle beklediğim en güzel hediyemin tam yanında kurumuş bir papatya var. Kokusunu yitirmiş… nefeslenip, uzanıyorum.

Bir rüya görüyorum…

‘Beni hiç bırakmadın ki!’ diye bir kadın bağırıyor. Sesi çok yabancı. Ama kokusu… Kokluyorum o bağırdıkça bana. Görmek istiyorum.gölgeler gözlerimin etrafında bana engel oluyorlar. Kovuşturuyorum ellerimle. Ne mümkün!.. ‘Kimsin’ diyorum Kimsin. ‘ Kalbin bana hiç ihanet etmedi.’ diyor . terliyorum, soğuk soğuk terliyorum. Papatya kokuyor ortalık. Ses yanılanıyor. Yavaş yavaş kayboluyor. Gözlerin ağlamaktan morarmış, fer denilen şeyin yitirildiği, konuşmak için gereken mecalin , başka bedenlere irtica ettiği, tükenmişliğin zafer gösterileri yaptığı, o son halin çıkıyor karşıma. Evlat edindiğimiz, terk edilmiş göl kenarına gidiyoruz seninle. Tüm duyularımı yitirmiş, rüya ile gerçek arasında ki o sese kavuşmamş soru geçiyor aklımdan. ‘Bu olamaz’ diyorum.  Sadece kokluyorum , sadece koku… yanıma oturuyorsun, başını dizime koyup, parmağınla gölü gösteriyorsun. Bizim olmasının gururuyla izliyorum onu. Papatyalar var üzerinde. Hepsi kurumuş. Adeta mezarlık. Dua ister gibi uzanıyorlar. Ölmüşler… Üzerinde gölgeler var. Sis gibi. Bir o yana bir bu yana voltalar atıyorlar. Uzaklarda yağmurlar yağıyor. Kokusu geliyor aşarak ormanı burnumuza buram buram. Gülümsüyorsun. Birden, kurumuş papatyalar göle giriyor, gölgeler fezaya doğru koşarak gidiyorlar. Papatyalar çıkıyor gölden. Tazecikler. ‘Beni hiç yalnız bırakmadın, yıllardır buraya geleceğimiz günü bekliyorum.’ Diyorsun. Ayağa kalkıyorum. İçime öyle çekiyorum ki kokuyu. Gözlerim yaşarıyor. Hayır ağlamıyorum. Sanırım gözlerime kokun kaçtı. Elimi tutuyorsun. Yüzyıllar değişiyor. Evlat edindiğimiz göl şahit oluyor buna. Daha önce hiçbir sevinç için söylenmemiş kelimeler yankılanıyor karşı dağlara çarparak. İçimde ki acılar vedalaşıyor. Ranker, bulutların üzerinden üstümüze serpiliyorlar. Pembe mesela, yanaklarına ve dudağına yerleşiyor. Kaybettiğim , mavim, kalbimin üzerinde ki yeri alıyor. Elimi kalbine koyoyorsun. ‘gitme, açma gözlerini, kapat, ömür boyu buarada kalalım.’ Diyorsun. Güneş doğuyor… Kornalar öldüresiye çınlıyor duvarlarda. İnsanlar , yaşamak saatinde evlerinden çıkıyor. Dünyanın en güzel rüyasına meydan okurcasına. Tavana bakıyorum. Çok beyaz. İnanıyorum… yarım kalıyor…

Bir rüya görüyorum..

Masa lambasının ışığında , dans edercesine uçuşan toz zerrecikleri var. Karşımda bir kadın, kırmızı dudaklı. Oturmuşuz dostlarla, çenelerimizi çalmaktayız. Haberlerini veriyorlar bana akşam ajansı gibi. Yaşadığına inandırıyorlar. Gülüyorum.. Geçiyorum.büyümüşüm mesela, her şeyi başarmışım örneğin. Gönül rahatlığıyla yudumluyorum kahvemi. Bir yanda hoş sohbetler, bir yandan ‘Eksik bir şey mi var?’ çalıyor. Gözlerim dalıyor uzaklara. Sonra , sonra uzakları görüyorum. Mor bir tren gidiyor, kırların ortasından. Hani küçükken çizdiğimizo dağ, o martı, o ev ve o dere var gözlerimde.Bir seyler arıyorum. Koşuyorum. Bir uçurtma beliriyor tepemde. Üzerinden el sallıyorbirisi. Yere iniyor. Bir valiz bırakıyor yere. Alıyorum valizi ve koşoyrum trenin peşinden saetlerce. Ulaşamıyorum, beceremiyorum, yetişemiyorum. Gece oluyor. Uyanıyorum. Akşam olmuş. Üzüm beni çağırıyor…

Bir rüya tabiri…

Karışık yolların, düzenli ziyaretçisi pamuk şekerlerinin renkleri.Hengameli bir kalabalıkta edilen sohbetler gibi uçucu takvimler. Hangi iklim , hangi yarı küre mesele bile değil. Bir yaşam romanı , belleğimin kokmuş atıkları. İsmini bile koymaya aciz doğumlar beyin akıntılarım. Ve kelimeler bazen rüya değildir. Uzak şehirlerden bir davet bu iki bacağa. Kokular görünürmüş, ben gördüm. İnanmak için katlanmış bir bilinçaltı, bu yatağın altında çıkardığım battaniyem. Hiç rüya görmeyen tabircilerin hünerlerine kalmış ‘Ne ise hallerim.’Ve bir şehir bir gezegene dönüşmüş bu yollarda. Kimisi bir şehri sever, kimisi sevdiği için şehre katlanır. Kimisi ise karar veremez. Hiçbir şehire şehrim diyemez. Sabahları bilinmez uykular var. Tabir-i caiz rüyalarım yok benim. Bir rüya gördüm hepsi bu. Bir rüya gördüm, yaşam ne anlayamadım. Sürekli dolan kültablaları gibi kokuşmuş, katranı sarmış ufuk çizgilerine umut bağlamak evden her çıkış. Bir rüya gördüm. Sadece kendime anlatabildiğim. İnancım, tabir-i hiç caiz değil.
İnancı beyninden kürtajla alınanların rüyaları sayılır mı?
                                                                                            UYSAL CİHAN

14 Eylül 2012 Cuma

OLMUYOR DEĞİL Mİ?


Hadi! Benden bir mutluluk çizelim.. Gözlerim güzel baksın mesela , susacak hiç birşeyim olmasın , yıllarca gevezelik yapayım. Hadi! kahvem olmasın bir gece yanımda , yudumlarım terketsin damağımı mesela. Dalgalar olmasın okyanusumda hadi! Balıklar sessizlikten huzursuz olsunlar. Huzur çoktan bir kuytuda kırmızı üzümleri yad etsin.. Söyle hadi! Sarhoş eden kelimelerim olduğunu söyle, uzun yollara azık olarak al beni.. Anlat bana hadi! Sebepleri anlat. Neden sebep olduklarını.. Bil beni, sorgusuz bil.. Bilmek erdemdir de kendine.. Olmuyor değil mi?
Ayni özgüvensiz soluklara nefeslenen rüzgarlar, gün başlarken..Aslinda gün başlamaz bu bedendeki topraklarda..Sadece nefes almak istemsizce.. Gün baslamaz buralarda daha bitmeden.. Siradanligin ufuk çizgisi,bulutlar.. Olmuyor değil mi?
Yönünü bilmeden bir selam yollarsın. Nereye giderse gitsin, sen mağrur görevini yapmanın huzuruyla konuş kadehlerle. Kadehler yanlış anlamaz. Silip atmaya gelmişlerdir, yaşadığın savaştan kalan kan izlerini. Bir de yansımalar var. Şehrin yansımaları, mesela gölgenin bile erişemediği yansımalar. Konuşmazlar. Büyürler, devleşirler ama konuşmazlar. Bazıları denize yansır. Sen ona yakamoz dersin. Kimi kadeh kaldırır yakamoza, kimi kadehiyle konuşur. Ama yakamoz nazlı nazlı, dalgalanır seninle beaber. Miden alt üst olur her kürek çekişinde fakat mutlaka bir kadeh vardır sessizliğini takınmış.
 Sessizliğin yalnızlığını kıskanan karakalem mısracısı, yollara yol demeyen beden.. Ruh çoktan eleğini duvara asmış, körkütük ayık.. Rüzgarın serinliğini, rüzgara haber veren kahin.. Ve sen, sırat adlı köprünün karşı tarafı.. Bil beni..Olmuyor değil mi?
Susuzluğumun farkında, doğru adrese yanlış gelmiş, ürkek bir yalnız kumru.. Bir tas suya, bir ömür vaadlerimde geziniyorsun. Bilmelisin ki; tanışıklığımız evvel zamanlar içinden.. Dönüşüm aynı, ayrı iklimlere.. aynı teraneyle.. aynı teraneye.. Bir parça farkla.. Değişik kıtalarda aynı sabahlarla..
İçime çektiğim gri, uzun, yorucu , yıpratıcı ve bazen şekilli sığınışlarım var. Orada bir yerde o içime çektiğimle, bir gölge gibisin hiç gelmeden, hiç gitmeden.. Ve şimdi terkediyorum seni yanıma bir paket daha sen alarak.. Yokluğun hiç olmayacak ciğerlerimde, kokun parmaklarıma sinmiş, her adımımda, her yalnızlığımda sana sarılıcağım.. Adın hiç olamayacak, adını hiç tekrarlamıyacağım yasaklandığından ruhuma.. Gecelerime mey olarak kattığımdan seni, bir sarhoş itirafı olarak kalacakın.. Beni bilirsin sarhoş olmam hiçbir sıvıyla, gözlerin değmemişken sol tarafıma.. Bir mektup yazacağım, eski yıllar gibi, sarı kağıtlara senden hiç bahsetmeden. Sana yollayacağım eğittiğim kumruyla. Kimden olduğunu bilmeden okuyacaksın ve yırtıp atacaksın. Aslında biz hiç aşık olmayacağız. Beynimizde gezinen birkaç dünya görüşü kelimeden başka hiç tanımayacağız seni, beni. Samimiyetsiz karşılaşmalarımız olacak uzun yıllar sonra. Sen nasılsın diyeceksin. Ben sana bir kumruya bakar gibi bakacağım. Ama hiç aşk kelimesini yakıştırmayacağız kendimize. Kıtalar arası yolculuklarımız olmayacak seninle, bir hatırada kalacağız daha göz göze gelmemişken. Sebepsiz bakarken uzaklara akıllara tekrar gelmeyeceğiz. Ve bir anason tadı masada kalacak söyleyemediklerimiz..  
Bir veda sarılması. Bir iyi dilek. Bir ‘Gitme’ der gibi bakışlar. Ardımdan bir tas su bile bulunamayacak. Yine cama yaslanmış bir kelle ve bir de otoban çizgileri..
Hadi! Sil şimdi hem varı, hem yoku. Bir mektup sokaklar, sarı kağıtlara yazılmış, kumruyla gönderilen.. Bir hayata nemli yazgılar. Hoş kal, çalınmışlıklarım…Olmuyor değil mi?
                                                                                         UYSAL CİHAN

8 Eylül 2012 Cumartesi

NEREDE KALMIŞTIK?


Gözlerime bakamazdı ki, şehre bir ateş gibi düşen, taze mevsimin son demlerini yaşarken… Yıldızları seyrederken bazen aramıza uçaklar giriyor. İnsanlar bir şehirden bir şehire gidiyorlar, sen buna göç de ben seyahat, bazen kıtalar değişiyor. Gitmek, en sevmediğine en seviyormuş gibi yaparak. Gitmek hayallerine ve sonra bulmak onu hayal etmediğin gibi. Gözlerime bakamadı da tıpkı hayal ettiğim gibi. İstemedi görmek, çok istediğimi. Dayanamazdı buna, kaldıramazdı.  İstememi istemedi. Öyle manzaralar biriktirmiştim ki gözlerimde, buna ben bile dayanamazdım. Yazdım, aklıma ne gelirse yazdım. Birikmiş ne varsa heybemde, önüne serdim. Yedik birlikte küflenmiş peynir ve ekmeğimizi. Bir de şarkı mırıldandım. Mevsim soğudu…
Bu günlerde üzerime sadece yıldızları seriyorum. Bazen bulutlar da giriyor aramıza. Tanımadığım dalgalara renkler katıyorum.  Gemiler giriyor bazen aramıza. Uzaktan yeşil göz renkleri tanıdım bu yüzyılda. Yeşil olduğu aşikar fakat tonu anlaşılmaz. Sessizce, ifadesizce dinliyorum, hayatıma dahil olmaya çalışanları. Bu aralar ne çok susacak şey var.
Bildiğim sokaklar gibi, bu tenimin kavrulduğu yapış yapış yeni adımlar. Çok ışıklı bir kente giriş yapan soylu bir kral.. Ne kadar zordu seni aramak, bir sarılma anında. Sen şimdi ayaklarımı uzattığım, şarkılarda kokladığım o eski tanımadığım koşuşturma. Çok uzun yıllar oldu ne olmadığımı bildiğim, Şimdi tarih değişkenlerine bakıp hayallerimi yazmak, ezberlediğim bi kaç sokağa. Soluğun tatlı geldiğini hissetmedim daha önce bi tesadüf manzarada. Bildiğim şarkıları defalarca dinlerken, hiç düşüme girmeyen düşlerim oldu. Yönümü daha bulamamışken, bulduğum en yüksek manzaralarım oldu. Acı vermiyor dumanlar, tadı deniz kokusu gibi olan. Bir şehre yalın ayak adım atmak..
Çok kanlı denklemleri çözmeye gönüllü bir analitikçi. Üzerinden geçen kanatlara selamlar çakıp bir sigara daha yakan. Şarkılarıma küfürler serpiştirip, sözlerini dinlemek uzaklardan bir melodiye saygı duruşlarda.. Sıkışıp kalmak tanımadığın tahrikkar son dönemeçlere.. Denklemler her an kanlı. Çok kelime harcayıp çok susmak vardı eskilerde ve bir de sahtekarcılık oynamak, sevimsiz sırıtışlarda. Topladım herbirini küçük bir sandığa. Arada sırada bakıyorum yok oluşlarına.
Mevsim soğudu. Cızırtılı gürültüler evlere çekildi bir pike eşliğinde. Şimdi kuşlarda bir uçak misali. Göç mevsimim başlıyor. Başladığımız noktaya geri dönüş. Nerde kalmıştık? Ben susacaktım, dünya sahtekarca dönecek. Ben hazırım. Yitirdim kelimelerimi…
                                                                                                                                             UYSAL CİHAN