Uykun
hiç gelmez. Gece, bir melodidir en sevdiğinden. Çanlar hep sana çalınıyor. Pencereye
yaklaşamıyorsun. Korkular uyuşturuyor beynini. Gitmemelisin o bilinmeze ama senaryo
yazılmış. Dalacaksın en derinine bilinmezin. Anlat bakalım kalem…
Bir rüya görüyorum…
Elimde bir fotoğraf var. Gölgeler karalanmış sanki
üzerine. Hiçbir vakit, hiçbir insan, canlı kondurulmamış kağıda. Canımı
acıtıyor ama sürekli bakmak ihtiyacı duyuyorum. Gölge çıkıyor fotoğraftan ve
boynuma sarılıyor. Beni öldürüyor ve bunu yaparken muazzam bir huzur veriyor. Gölgeyi
seviyorum.
Uyanıyorum…daha ölüp ölmediğimi bile bilmeden. Tekrar
yatıyorum matemlere…
Kurumuş bir papatya var masamın üzerinde. Eğiliyorum
ve kokluyorum. Tıpkı ismi gibi kokuyor. Koku, burnumdan beynime ulaşıyor. Koparıldığı
kırlara uçuyorum, bulutların üzerinde. Uzanıyorum , yanımda kurumuş papatya da
var. Nasıl koparıldığını anlatıyor bur kırdan usul usul, tumturaklı sözlerle. Geçmişini
izliyor. Geçmişini anlatıyor. Ağlıyor... Huzurum kalk gidelim diyor. Gözlerimi açıyorum.
Sigaram masamın üzerinde, daktilomun yanında kalmış. Okumak için hasretle
beklediğim en güzel hediyemin tam yanında kurumuş bir papatya var. Kokusunu yitirmiş…
nefeslenip, uzanıyorum.
Bir rüya görüyorum…
‘Beni hiç bırakmadın
ki!’ diye bir kadın bağırıyor. Sesi çok yabancı. Ama kokusu… Kokluyorum o bağırdıkça
bana. Görmek istiyorum.gölgeler gözlerimin etrafında bana engel oluyorlar. Kovuşturuyorum
ellerimle. Ne mümkün!.. ‘Kimsin’ diyorum Kimsin. ‘ Kalbin bana hiç ihanet
etmedi.’ diyor . terliyorum, soğuk soğuk terliyorum. Papatya kokuyor ortalık. Ses
yanılanıyor. Yavaş yavaş kayboluyor. Gözlerin ağlamaktan morarmış, fer denilen
şeyin yitirildiği, konuşmak için gereken mecalin , başka bedenlere irtica
ettiği, tükenmişliğin zafer gösterileri yaptığı, o son halin çıkıyor karşıma. Evlat
edindiğimiz, terk edilmiş göl kenarına gidiyoruz seninle. Tüm duyularımı
yitirmiş, rüya ile gerçek arasında ki o sese kavuşmamş soru geçiyor aklımdan. ‘Bu
olamaz’ diyorum. Sadece kokluyorum ,
sadece koku… yanıma oturuyorsun, başını dizime koyup, parmağınla gölü
gösteriyorsun. Bizim olmasının gururuyla izliyorum onu. Papatyalar var
üzerinde. Hepsi kurumuş. Adeta mezarlık. Dua ister gibi uzanıyorlar. Ölmüşler…
Üzerinde gölgeler var. Sis gibi. Bir o yana bir bu yana voltalar atıyorlar. Uzaklarda
yağmurlar yağıyor. Kokusu geliyor aşarak ormanı burnumuza buram buram. Gülümsüyorsun.
Birden, kurumuş papatyalar göle giriyor, gölgeler fezaya doğru koşarak
gidiyorlar. Papatyalar çıkıyor gölden. Tazecikler. ‘Beni hiç yalnız bırakmadın,
yıllardır buraya geleceğimiz günü bekliyorum.’ Diyorsun. Ayağa kalkıyorum. İçime
öyle çekiyorum ki kokuyu. Gözlerim yaşarıyor. Hayır ağlamıyorum. Sanırım gözlerime
kokun kaçtı. Elimi tutuyorsun. Yüzyıllar değişiyor. Evlat edindiğimiz göl şahit
oluyor buna. Daha önce hiçbir sevinç için söylenmemiş kelimeler yankılanıyor
karşı dağlara çarparak. İçimde ki acılar vedalaşıyor. Ranker, bulutların
üzerinden üstümüze serpiliyorlar. Pembe mesela, yanaklarına ve dudağına
yerleşiyor. Kaybettiğim , mavim, kalbimin üzerinde ki yeri alıyor. Elimi kalbine
koyoyorsun. ‘gitme, açma gözlerini, kapat, ömür boyu buarada kalalım.’ Diyorsun.
Güneş doğuyor… Kornalar öldüresiye çınlıyor duvarlarda. İnsanlar , yaşamak
saatinde evlerinden çıkıyor. Dünyanın en güzel rüyasına meydan okurcasına. Tavana
bakıyorum. Çok beyaz. İnanıyorum… yarım kalıyor…
Bir rüya görüyorum..
Masa lambasının ışığında
, dans edercesine uçuşan toz zerrecikleri var. Karşımda bir kadın, kırmızı
dudaklı. Oturmuşuz dostlarla, çenelerimizi çalmaktayız. Haberlerini veriyorlar
bana akşam ajansı gibi. Yaşadığına inandırıyorlar. Gülüyorum.. Geçiyorum.büyümüşüm
mesela, her şeyi başarmışım örneğin. Gönül rahatlığıyla yudumluyorum kahvemi. Bir
yanda hoş sohbetler, bir yandan ‘Eksik bir şey mi var?’ çalıyor. Gözlerim dalıyor
uzaklara. Sonra , sonra uzakları görüyorum. Mor bir tren gidiyor, kırların
ortasından. Hani küçükken çizdiğimizo dağ, o martı, o ev ve o dere var
gözlerimde.Bir seyler arıyorum. Koşuyorum. Bir uçurtma beliriyor tepemde. Üzerinden
el sallıyorbirisi. Yere iniyor. Bir valiz bırakıyor yere. Alıyorum valizi ve
koşoyrum trenin peşinden saetlerce. Ulaşamıyorum, beceremiyorum, yetişemiyorum.
Gece oluyor. Uyanıyorum. Akşam olmuş. Üzüm beni çağırıyor…
Bir rüya tabiri…
Karışık yolların,
düzenli ziyaretçisi pamuk şekerlerinin renkleri.Hengameli bir kalabalıkta
edilen sohbetler gibi uçucu takvimler. Hangi iklim , hangi yarı küre mesele
bile değil. Bir yaşam romanı , belleğimin kokmuş atıkları. İsmini bile koymaya
aciz doğumlar beyin akıntılarım. Ve kelimeler bazen rüya değildir. Uzak şehirlerden
bir davet bu iki bacağa. Kokular görünürmüş, ben gördüm. İnanmak için katlanmış
bir bilinçaltı, bu yatağın altında çıkardığım battaniyem. Hiç rüya görmeyen
tabircilerin hünerlerine kalmış ‘Ne ise hallerim.’Ve bir şehir bir gezegene
dönüşmüş bu yollarda. Kimisi bir şehri sever, kimisi sevdiği için şehre
katlanır. Kimisi ise karar veremez. Hiçbir şehire şehrim diyemez. Sabahları bilinmez
uykular var. Tabir-i caiz rüyalarım yok benim. Bir rüya gördüm hepsi bu. Bir rüya
gördüm, yaşam ne anlayamadım. Sürekli dolan kültablaları gibi kokuşmuş, katranı
sarmış ufuk çizgilerine umut bağlamak evden her çıkış. Bir rüya gördüm. Sadece kendime
anlatabildiğim. İnancım, tabir-i hiç caiz değil.
İnancı beyninden
kürtajla alınanların rüyaları sayılır mı?
UYSAL
CİHAN