14 Aralık 2012 Cuma

Duvar


Kapattı kapıyı, soluğu kesilmiş çığlıkları o duvardan çıkıp gitmesin diye.. O duvar oldu yalnızca, yalnız başına.. dumandan sarılarla hayaller çizdi beyaz betonlara, o sarılara boyadı duvarını, kimse göremedi.. Takvim oracıkta,aynı rakamda duruveriyordu.


Kimse bilmez belki de, zaman; görecelidir. Gördüklerin zaman değildir oysa.. Göremediklerin zamanda gizlidir. Arama boş yere… O kendine şık bir enlem çizer, sen üzerine gelişigüzel bir boylam. Arada yalnızca tarih değiştirme çizgisi kalır. Tarihi, çizginin diğer yanına atamassın… Yapraklar solsa da, karlar erise de, alnında ki çizgiler, evrime inandırsa da insanları ve hatta yedi uyuyanlar uyanmış kahvaltı hazırlasa da, sen pastanın mumunu üfletemessin bir zaman dönümünde…Kutlu olsun zamanın duruşu küçük…


Bak! biriktirdiğim yankılar sana şarkılar yolluyor, elim kolum bağlıyken bir yorgunluk sabahında. Pencereleri açacak cesaret kalmamış, ayaz öc almaya gelmiş gibi dikilirken parmaklıkların başında. Müebbet bir mahkumiyet mevsimi şimdi, takvimin yaprağı eskimişken hiç değişmeden. Dumanlara boyanmış duvarlar yolluyor sana resmimizi, ben biraz karanlık çizilmişim yanında, sen hep yirmi birinde, ben hayalleriyle küçülen bir yaşlı…


Nefesler alınıyor, ben alınıyorum.. Nefesler veriliyor. Ama kimse bozamıyor sessizliği. Gün değişmiyor. Günleri değiştirmelerine izin vermiyorum. Dört duvara hapsettim günü. Çıkamıyor, kaçamıyor, kurtulamıyor. Sana ulaşmasından korkuyorum. Günlerin bitmesinden, duvarın delinmesinden korkuyorum. Duvarlar çokta soğuk değiller. Aralarında oturmuş, biriktirdiğim hatıraları besliyorum. Bir sen yoksun, bir de arada kaçırdığımız sayfalar.. Kutlu olsun yalnızlığım.. sen pembe mumları severdin…

Yalnızlığın rengini arıyorlar.

Aramayın!

Yalnızlık ; hiç renkli değil…
                                                                     
                                                                                      Cihan Uysal

29 Kasım 2012 Perşembe

Cızırtı


Cızırtılı. Evet evet cızırtılı, hayatın sesi. Hani cızırtı geldiğinde, radyonun tepesine vururduk ya teknolojimizi kullanarak. Hah işte o ses. İtici, kan çekici, usul usul alıştırıcı. Sesi duyar duymaz gittim eskiye. Birden siyah beyaz oldum, birden sepya tonu. Birileri, sesin kaynağına tüm kuvvetleriyle vuruyordu. Frekansımı değiştirdiler…

Yönünü bilemediğim bir taraftan oturmuş izliyorsun değil mi olanları? Ve içinden anason muhabbetlerini geçiriyorsun. Üstelik elinden de bir şey gelmiyor. Ama alınmış duygularınla, duygusuzca üzülüyorsun.’ Senin yaşında..’ diye başlayan cümlelerin boğazına dizilip, oradan beyninin kıvrımlarına işgalci edasıyla yerleşiyorlar değil mi? çok iyi anlıyorum seni…

Gittiğin günkü cızırtı hala kulağında ama sen hala o sesin ne olduğunu bilmiyorsun. Cızırtı, telaş, feryat,acı, hayal kırıklığı, ansızın, ani, adi, çığlık, sadece ses… hepsi… ya da bir şarkı cızırtılı dönemlerden ‘Hüsran yine Hüsran’. Hadi kandırma kendini! Çocuktun. Daha çok çocuktun. O zamanlar bunu ne sen ne ben bilebilirdik. Şimdi zamanlarımız aynı. İkimizde biliyoruz. Sen hala çocuk, bense itirafsız, zaman geçiştirmeleri. Kılını bile kıpırdatamıyorsun, ben her gün biraz daha bildikçe doğruyu. İşin ilginci, bu çelişkiyi dahi farkedemiyorsun. Ben bildikçe, sen daha da ölüyorsun. Dökülen incecik saçlarını parmaklarının arasına alıp,iç çekmekten başka bir arafın yok. Acı çektiğini biliyorum. Kalamadın, gidemedin, silemedin, silinmedin. Maneviyatını bırakmak istedin sadece ama yapamadın, giderken kokunu, boyunu, postunu, karakterini, acını, gülümsemeni…. Bıraktın o cızırtılı sesin tam yanına, gri, eskimiş, yırtılsa kumaşı sevincinden takla atacak olan o koltuğa. Geri almak istedin bıraktıklarını. Farkettin ki bıraktıkalrın bizlerdik. Alamadın… kudretin sadece özlenmeye yetti… şimdi öylece oturmuş, gülümseyemeden, aynı seste büyüyen, farklı adımlar atamayanı izliyorsun. Yazık sana, bu kadar sevilirken, bir kaçak olarak suçlanman. Sen sadece kızıyorsun diyorsun biliyorum. Hayır, ben sadece kızmıyorum. Öfkemi , sorgularımı, işkencelerimi sonralara bıraktım. Ben sadece itiraf ediyorum, omzumdan eğilmiş bana bakarken. Sen hiç, asırlardır aynı rüyayı gördün mü? Sen hiç birini hep aynı şekliyle hatırladın mı? Yapamassın sen bunları, sen sadece kaçaksın. Cızırtılı bir hayat bırakıp öylece efsaneleşen. Evet yaptım. İstediğini yaptım. Erdemli oldum, iyi film izledim, iyi kitap okudum, müziğin en iyisini dinledim, en sevilen oldum… ben söylemedim bunları diyorsun değil mi? dur yorulma! ben anlatayım. Gözlerim buğulu bakıyor ya, her hayat savaşında. Önüme sunulan hayat hani seçilmez oluyor ya burun sızıntılarımda. Sığınıyorum ya demli bir çayın arkasına, herkes uyumaya çekildiğinde. Gözerime biriken yaş değil, mirasın… Kıvrımlarıma biriken her alüvyonlu topraktan sen sorumlusun. Dur kesme! Çocukluğum dinledi yazdığım masalalrımı. Sabret! Yüzyılım yaklaşmışken sana benzemelere, emanetlerine emanet olmuşken, bil artık söylemediğin her kelimeyi, çekip aldım dilinin tam ucundan. Kalan yorgunluğun, kalan okumadıkların, kalanları hep ben aldım üzerime vazife. Üzülme sen! Akıtamadığın her damlayı ben göz kapaklarımın arkasında biriktiriyorum. Hayat hep flu ve dokunsalar ağlamaklı…
Cızırtılı bu günlerde hayat, bilmek istersen. Bildiğin halde bilmek istersen, hala korkuyorum. Oralarda korku var mıdır bilmiyorum. El sallasan göülür mü buralarda? Hiç kimsye sığınmadım, hiç kimse sığınmadı bana. Tenime sinen kokundan taviz vermedim. Umutla, aşkla bakan gözleri tam olarak göremedim, biriken yaşlarım akmasın diye. Anlatsan ya bana oraları, mesela çok seviyor mu insan, cızırtılı şarkıları oralarda? Çekinceler , kaçamak bakışlar aynı mı orada da? Aynı deme ne olur…

Günlerin bir sesi var. Günlerin rengi var. Kokusu hatta tadı var. Ama hayat cızırtılı… Üzülme! Sen öylece kahverengi kazağınla, duman sinmiş kokunla sarılmalarımızı hayal et. Gözlerinde ki yaşlar kurudu diye tasalanma. Ben burdayım. Hayata hep ıslak camların arkasında bakmak gerekse bile. Ama sen gitme… Sev!
Gitmeleri severim ben bilirsin. Bu gidişim sadece bir zamanlık…
                                                                             CİHAN UYSAL

23 Kasım 2012 Cuma

DEDİ Kİ;


Dedi ki; yüzüne vuran her soğuk kamçı, normalin aksine, silecek sende bıraktıklarımı… Dedi ki; adımlarım hep sağa sola, hiçbir yere doğru… Dedim ki; ruhunun işvelenmesinden fikir kalabalığım, öyle ki tek fikrim kaldı orada masanın üzerinde…

Saman kağıtların arasında, altı çizilmiş puntolardı belkide aşktan ya da hayattan anladığımız çoğu zaman, çoğu yerde, çoğu nerde… Dili tutulmuş, en saf haliyle oturup bir köşede düşünmekti gelmişi, gelmemişi şarkılar gülümsetirken yüzünü. Sevmelerineydi sövmeler en Çok. Boş gelir zaman bir an. Sonra birkaç art daha… yine boş gelir, aman! O yaşamaya devam eder , sen sadece düş kurarsın. O düş kurar, sen düş kırar…

Eşyalar yerleşmiş yaşadığım etrafa. Evet yaşadığım şeyin adı sadece etraf. Etraf dağınık. Gelişigüzel ki güzel olan tek nokta gelişigüzel oluşu. Etraflıca düşünülmemiş besbelli. Halbu ki hiçbir anı yok içinde. Mutlu bir kahkaha yankılanmıyor duvarlarda. Tüm nahoşluğu sırıtışımın, gizliliğin çabasi.Ah bu gülmeler neyin cabasi. Duvarlar ölesiye beyaz. Aslinda öylesine beyaz.Ama sapkinca bakildiğinda kör edecek kadar ….Belki de körelten yankıları bu duvarların rengi. Tavandaki çatlaklarda hiçbir olasılıksız varlık çizilemiyor. Duvarlar susmuş. Duvarlar ölü. Çocukça hayallerin katili belkide. Nemrut bir ifadeyle susuyorlar, alaycı bir soğuklukla her geçen gün daralıyorlar. Darlıyorlar. Arkamı her döndüğümde bir adım daha enseme yaklaşıyorlar. Öyle ya  her şeyi ayıran duvarlar değil mi? Yıkmalı duvarları…Yıkmalı sessziliği…

İlk defaydı… Son görüşüm bir hayali. Alışamadığım bu olsa gerek… Alışamadığım zamanı tutmaya çalıştığım her an, zamanın yok olması. Zaman; çok zamansız firarlar… Zıtlıklar çınlıyor beynimde. Adımlarım birbirini reddediyor. Kabul etmediklerim sonra birleşip benimle alay ediyor. Gülmeleri yudumluyorum o anlarda gözlerimi kapatıp, iç çekiyorum, içim geçiyor… Terkediyor anlamını bilmediklerim. Bir meltem ilişiyor başucuma… Hülyalar yine siyah beyaz…

Bir mevsim bitiyor siz çılgın kahkahalarınızı atarken. Ve bir mevsim habersiz başka diyarlara göç ettiğinden. Heybesini almışta sırtına, yolluğu nedir hiç bilemeden. Yokluğunun anlamını hiç dinleyemeden öyle usulca kayıp gidiyor bulutcasına… geride kalan mevsimsiz, soğuksuz, sıcaksız, ürpertisiz, susuz kalınmamış zaman aralıkları… Dedi ki; mevsimsem eğer yine gelicem… dedi ki; …………………………

Son sözün nedir dese bana; içimi öyle bir çekerim ki! İçim geçer… Son sözüm ömür sürer…
                                                           CİHAN UYSAL

16 Kasım 2012 Cuma

Özür...


Gözlerim bakarken acıyor ... Sesi yudumlamak nedir? ...Bilemessin Nerelere ev olduğunu, nerelere evsizlik, sessizlik. Bir aynaya bakarsın, aynada yansıman siyah beyaz… eskimişsin… Zihnimde hazırladığım valizlerin, yola çıkma vakti sanırım… Yanımda valizim varsa, bil ki! Kalıcı olmadım hiçbir zaman.. Bir yerlerde ‘Hoş geldin’ gülümsemeleri vardır elbet…

Lacileri çekmiş bi bahar akşamında kaldı, inandığım yalanlar. Bilirdim ya yalan olduklarını, sırf yalan oldukları için inandırıcı gelirlerdi. Gelenleri sevdi hep hiç gidemeyenler. Başka dedi bana. Başka dedim. Başka mutlulukları bul. Oysa kendi mutluluğumu bilemeden, başka kelimesi çok başkaydı bana. Bana hep dost olmaya çalıştı yalnız kalan gece rüzgarları. İstemedim bu çıkarcı ilişkiyi. Onlar bana dost olacaktı, ben onlara kelimelerimi verecektim. Hayır kabul edemezdim, etmedim.. Topladığım ganimetleri veremem. Başrol ölürse film mutlu bitmez.. Hı! dilediğin özürleri kabul etmiyorum.

Tut ki beklediğin en serseri yeminler aklına gelmedi. Tut ki topraklar kabul etmedi bastığın bedenini. Tut ki elleri, bırakma.. Bir gün açtığında gözlerini, göremedin pencereden içeri giren gündönümlerini tut ki.. Hep en bilmediğin yere gidip saklanır ya en aradığın şey,aradığın yeri mi, yoksa aradığın şeyi mi ararsın bilemesin ya.. İşte böyle anlamsız bi cümle hayal kırıklıkları. Çok teşekkür ederim.. Beni yine kimse bulamadı bu gece… Tut ki buldu, işte o zaman bir devir kapanıcak tahtabir valiz şahitliğinde. Bir tahta valiz yolcu edecek beni, bir istasyonun en hüzünlü saatlerinde, nereden nereye belli olmasada. Saatler tam aynıyı gösterdiğinde. Tut ki bulamasın beni o… Dilediğin özürler kabul edilmedi…

Kulaklarımı kapatıp, tanımadığım şarkılara don biçerim zaman yolculuklarımda. Zaman yolcu olur bazen ben eşlik ederim, bazen ben yolcu olurum, zaman kuru köfte uzatır bana. Yol arkadaşım. Gittikçe daha samimi oluyoruz. Oralarda zaman var mı?  Kulaklarımı kapatıp, içimdeki sesten uzaklaşmaya çalışırım, sesler kesilmişken bilmem ne gününün en ileri saatlerinde. Hep sesim kazandı. Kulaklarımı kapattığımda, içimdeki sohbet hep koyulaşıyor. Günlerin isimlerini bilmem. Bu kadar aynı yediye, farklı isim veremem. Bu kadar aynı gün, bukadar aynı ben… Dilediğin özürler canımı yakıyor…

Bilemessin ne imiş,ne idi..
Noktaya  yaren olmak
Bir sesli harfe ses oldu çığlıklar
Sus pus,sis, siz, -siz…
Kurutulup asılmış hayalelrim duvarlara
Gelecek kış kullanılmaya
Katık yapmışım ihtimalleri
Güne tok uyanırım
Açlığımdan utanıp
Hiç özür dielemedin oysa…
         
                                                                                               CİHAN UYSAL

11 Kasım 2012 Pazar

KENDİME VE KENDİM


İncecik parmaklarıyla, nazlı nazlı dokunuyordu, kemanının tellerine , söylemek istediği bir şeyler vamışcasına… Tellerin arasından süzdüğü her ezgi, peşine takılıp gitme isteği uyandırıyordu… Hüzünlü bir yolculuk hazırlığı gibiydi içime işleyen her ses… Gittim… Dünyalar değiştirdim…

Tepesi biraz açılmış saçlarının, bir elinde beceriksizlikleri, bir elinde elinden hiç düşürmediği, kırıklıklar, umutlar, ömür törpüsü… İnce kalmış vücüdunun içine sığdırılmış yığınla hisler. Kafasını hiç kaldırmadan dinlediği düşünceleri. Ve ezberlediği o bilinmeyen şarkı. Yanıma yaklaşmayın der gibi nefes alışları. Sükunetle kızmayı öğrenmiş her halleri. Beyaz bir kağıt önüne boylu boyunca serilmiş.Kızgınlıkları tek tek o kağıda dökülüyor ve en çok kendine kızıyor. Tepesi biraz atmış çok önceleri. Sığındığı bir masa ve bir kalem. Küfrediyor tutukluk yaptığında her aklına gelen eski… Bazen fısıldıyor kendisiyle konuşur gibi. Ve kendisiyle konuşuyor dökemediğinde o olmuş meyveleri. Çenesi istemsizce titriyor, aklına düştüğünde yanında olamadıkları. Bir gözyaşı var mı? görülmüyor. Bazen ellerinin arasına alıyor başını. O anlarda hiç anlaşılmıyor ya da anlaşılamıyor. Aç bir köpek gibi birden kulaklarını dikiyor, duyduğu tanıdık bir sese bazen. Rahatsız ediliyor ya da oluyor, belkide birilerini beklediği  eski lambalı masanın başında. Kalkmaya yelteniyor her defasında ama daha da gömülüyor  beyaz kağıtlara. Ne yazdığı okunmuyor. Ne yazmadığı…Yıllar almış gencecik bedeninden o incecik saçlarını. Daha farkına bile varmamış. Bir yudum duruyor sol yanında. Sanki ölmek zamanı geldiğinde o yudumla kurtulacak gibi. Sevmek zamanı geldiğinde kutlayacak o yudumla gibi. Ya da susadığında bir uykuya yatmadan önce gibi. İrkiliyor arkasında biri onu izliyor hissiyle.

Süresiz  süregelişler bağrıma bastım, bir sığınma kaçışında. Bir keman ezgisi peşinden koştum, kimine göre anlamsız, saçma, boşuna… Uzanıp tuttuğum zifiri karanlıkları çizecek ,bir tualim yok. Yok diye bir kavram var halbuki. Var olması bir çelişki varlığının… Üşüdüğümden titremiyorum uzun zamandır… Bir yüzleşme, münasebetsiz git gellerimle. Ürküyorum açık ve seçikçe…Asil bir itiraf belkide… Ürktüğüm kendimle bile ilgili değil…Aciz bir itiraf…Keman bile bahane…beni peşine takan, tellerindeki o masum, yaralayıcı, biraz da siz kokan,püfür püfür ezgi… Sürükleniyorum.

Dünyalar değişti bizaman diliminde bu aralar. İzleyip durdum tam arkamdan, hiç görmediğim tarafımı, derinde çalan o hırpalayan keman sesiyle. Bu gece içimden kendim geldim. Bu gece bana ayırıldı. Siz lütfen alınmayın matmazel. Meşgul edişim sizleri, uzun yıllara dayalı. Küçük bir kaçamak, armağan ettiğim kendime bu sadece. Boyutunuzdan ayrılmış değilim. Bir ziyaret uzaktan bakılmalarıma. Kendimi izledim bu gece, farkedildim kendim tarafından. Kendime kızdım, kendime ağladım, kendime ve kendim. Bu bir not…
                                                                                           Cihan Uysal

9 Kasım 2012 Cuma

Kurşun Kalemle Yazarım


Sakın sevme beni! Gözlerime o derin bakışlarını aman sunma! Utandırma beni! Büyütme gecelerimi yine tenhalarınla! Yapma ! yoksun biliyorum.. Seni sevdiğimi hiç söylemeyeceğim tükenmez kadehlerin düşlerinde bile.. Ruhumda ikamet etme artık …Uyan ve kandilleri üfleyelim... 

Kurşun kalemle yazarım bende…

İşte şimdi! Şehir en derin uykusundayken, bir hırsız sessizliğinde ve dikkatinde , bir uyurgezer bilmemişliğinde, yaşamın  en derinini sorgulamak. Madem değiştireceğim yazılan safsataları, kurşun kalemle yazarın bende teşekkürlerimi…

İçimle dışımı bir araya getirmek bazen zor. Biri başka anlatıyor, biri başka anlıyor. Geceye kurşun atmak kalemle mümkün oluyor, anlaşılmaz iki varlık arasında. Keşke bir silgi yumuşaklığında olsa ‘iki’ yi bir araya getirmek. Öyle ya bizi ayıran bir silgi değildi. Bu sadece geçmişe sünger çekmek, nasıl yapılacağı işin erbabında.

Bu gün kış geldi mahalleye. Kediler pencereme gelmediler. Köpekler, çöplere tenezzül etmeyecek kadar üşüdüler. Sadece soğuk hava girmeye çalıştı izlerken sokağa gelen kışı, aralık pencereden içeri. Girdi ve üşüdü. Tamda anlatmaya çalışırken ‘ Ehemmiyet’ kelimesinin anlamını. Bir periden duydum bu kelimeyi orta çağdan az sonra, evde kalan son kokunu ciğerime yapıştırırken. Bu kelime tıpkı yıllar öncesi gibi. Geçmiş…

Kış geldi bu gün…
Bir çiçeğe anlamını yükleyemeyeceğim. Düşlerimin arasına sadece bir iğne yaprak sıkıştıracağım. Bir kuşun sadece boz rengini anlatacağım kapalı renklerin ardından. Ardından su dökmeyeceğim. Öyle ya madem çiçekler kış uykusunda , kurşun kalemle yazarım bende…

Ne anladığımı unuttuğum, yazarını gözümün önüne getiremediğim bir sürü kitap saklıyorum orda burda. Hizalarını bile bozmadan. Yerlerinde durmalarının amaçlı olduğu her hallerinden belli. Bir sürü altı çizilmiş hayat felsefesi. Ne de özenilmiş. Ama biliyor musun? Ben hala güneş doğmadan yeminlerimi bozmuyorum. Bozmak dediysem, beni bilirsin. Uyumak , bilincimi yitirmek. Güneş doğuyor. Etraf kararıyor. Her nereden geldiğini saatler sonra algıladığım,müzik sesleri bölüyor, yitirilmiş bilincimi. Sana okuduğum masal kitapları , diğer yastığa iliştirilmiş. Başucumda boş bir çerçeve. Öyle ya madem güneş hala hayatta, uzanırım bende gölgesizce…

Masallarım yarım kalmaya mahkum…
Derinlerde, çok derinlerde bir prenses yaşarmış. İşin ilginç tarafı masalı anlatanda, yazanda, hatta masalın kahramanı bile o prensesi hiç görmemiş. Öyle ki sesini bile duymamış. Prenses o derinlerden bazen çıkar, kimsecikler bilmezken sarı uzun saçlarını efsanevi sularda yıkarmış. Suya gözleri değdiği an,sarı olan su, yeşile dönermiş. Suyun efsaneside buymuş……………..  Prenses hep o derinlerde kalmış. Kimseyle kavuşamamış. Masal bu ya; mutsuz sonmuş. Gökten elmada düşmemiş. Masal bu ya belki de kurşun kalemle yazılmıştır bir sıkılma anında.

Sen şimdi sorgularken yazılan bu kelimeleri. Ben çok uzaklarda, şehrin başka bir köşesinde, kendime yeni moral bozukları arıyor olacağım, zengin bir mahallenin köşe başı çöplüğünde. Ayırt edemediğim ışıklara doğru iç çekişlerim bile olacak. Sen sorgularken yaşamı, ben o yaşamı bitirmiş, yorgunluk kahvemi yudumluyor olacağım, her safsata muhabbetinde.
Öyle ya ben aşklarımı kurşun kalemle yazarım…
                                                                                  Cihan Uysal

19 Ekim 2012 Cuma

MATMAZEL


Siz hanımefendi, siz hiç bir rüyaya inandınız mı , soğuk, haylaz geceleri ısıtsın diye. Ya da şehirleri unuttunuz mu, iklimleri karmakarışık olanlardan hani. Bir geceyi, hep gecede bırakabildiniz mi? Lütfen gidin buradan. Hikaye mi yalnız yazacağım…

Engelsiz, ağır ve hain duygular eşliğinde baş ağrıları. Kurallara uyamıyorsunuz. Siz bilmeyeceksiniz, ben bilincimi şırıngayla kafatasımdan çekip alacağım. Bir kadeh dolduracağım şehre pus çökmüşken ve bir Fransız melodisi dinlemek zorunluluğu hissediceksiniz. Susacaksınız konuşmak için can atarken ve hangi konuda susacağınızı önceden düşüneceksiniz. Hepsi bu.Yapamıyorsunuz. Susmayı beceriyorsunuz ama bir konunuz yok. Sahte kahkahalar dahi atabiliyorsunuz. Ama bir kelime, ağızdan çıkacak tek bir kelime. Tetiğinde destanlar yazılacak. Yapamıyorsunuz matmazel…

İnanmamak üzerine kurulan inançlarım var. Çok zorluyorum kendimi,tam inanıcam inancım bana inanmaktan vazgeçiyor. Hayat gibi. Bak geçiyor ve kimse bugünü anlatamıyor. Şimdilerde fotoğraflıyorum hayatı. Belki hiç bakmayacağım. Sırlarımı sakladığım ahşap kutumda birkaç fotoğraf hiç fena olmaz. Filizleniyorsun ve doğa buna müsaade ediyor. Kader bazen zaman tarafından yazılır ve sen tüm ruhunla, tüm bedeninle buna engel olamazsın. Bir göz değmesiyle yazılır tarihler. Ama yapamıyorsunuz, kurallara uymuyorsunuz. Ben bilincimi aldım çekip kafatasımdan. Elimde bilincim ve bir kalp içi boşluklarla dolu. Ne istiyorsanız yazın…

Uyuyakalmışım yine, size yazdığım mektupların tam yanı başında. Ne kadarda özenmişim her kelimesine. Şu yüzyıllarca düşündüğüm kelimeler. Sizi betimleyecek nadideler. Uyuyakalmış gün benimle birlikte. Güneş doğmamış, fırınlardan sıcak ekmek kokusu şehre yayılmamış ki bu günlerde ekmeklerde kokmuyor. Yandaki çay ocağında, suyun buharı cama yapışmamış. Bir gariplik var şehir akşamdan kalmış. Ben içtim, gün,güneş sarhoş oldu. Ah matmazel kader yazıyor dudakalrınızdan çıkan kelimeler. Demli bir sarhoşluk gözlerinizin ışıltısı. Size yazılan şiirler, bir ömre türkü oluyor, duyuyorum matmazel. Uyanmayan şehirde akşam oluyor. Saatler hep akşam. Hangi enleme ya da boylama ayarlamam lazım saatimi bilmiyorum. Matmazel ,size ayarlamak istiyorum tarihlerimi…

Bir liman oluyorum çoğu zaman, gemiler yanaşıyor dalgalarıyla birlikte. Dokunamıyorum hiç birine. Hiç biri o betimlediğim asalette değiller. Bekliyorum. Ufuk çizgisinde göreceğim o dumanı düşlüyorum. En gemici düğümlerle bana bağlayacakları o asil gemiyi bekliyorum. Kendime dönüyorum. İnsanlara karışıyorum. Bilincimi cebime koyuyorum. Sahtekarca gülüyorum keşmekeşe. Merhabalar fırlatıyorum her gereksiz sohbete. ‘ Biliyor musunuz?’ diye başlayan kelimeler kuruyorum. Bilmiyorlar… Bir gemi beklediğimi bilemiyorlar. Size geliyorum. Siz başka alemlere, yaşam enerjinizi naklediyor oluyorsunuz. Size gelemiyorum…Güvercinler besliyorum. Ayaklarına küçük mektuplar yazıyorum. Uç emrimi bekliyorlar. Matmazel güvercinleri sevdiğinizi bilmem gerekmekte. Sever misiniz, pencerenize gelecek olanları? Siz beni biliyor musunuz?

Haklıydınız hiç konuşmadığınız halde. Suçluydum hiç sevmemezlik yapamadığım için sizi. İçime düştüğünüz o gün, bilincimle birlite, kalbimi bir ruhsuza emanet etmeliydim. Prangalara vurmalıydım kendime söylediklerimi. Belki dağları bile delmeliydim. Siz hiç bilmediklerinizle öylece mutlu gülüşlere devam etmelisiniz. Bir itiraf korkusu şimdi günler. Şimdi günler uyuyakalmaya mahkum şehirler. Daha önce günler , sizi beklerken hiç doğmadığıma inanmak. Doğmak matmazel, gri olmuş bir hayatı renklerinizle süslemek. Bir Fransız şarkısı teniniz. İnanmak aldığınız nefesiniz. İçimde birileri tutuyor, yakama yapışıyor. Hesap soruyor her adımımda. Siz matmazel, beni yalnız bırakın lütfen…

Yapamıyorsunuz… Beni sizden mahrum bırakamıyorsunuz. Kurallara uymuyorsunuz. Halbu ki ben susacağım , siz gözlerime bakacaksınız. Ve bir şehir uykuya yenik düşmeyecek. Matmazel gidin buradan. Hikayemi yalnız yazacağım…
                                                                                  
                                                                     CİHAN UYSAL

7 Ekim 2012 Pazar

HAKLIYDIN


Güneş doğsun yeniden diye, rüyalarımı def ettim gecelerimden. Ve bazen günler siyahtır. Ortalık güzel kokularla donatılır. Sen oarada öylece durursun… Haklıydın… Sadece…

Gözlerimiz birbirine hiç değmedi ki .. Siyah günlere uyanırdık, aynı yastıklarda ayrı zamanlara. Mumlar yakardım gün aydınlansın diye, hani şu güzel kokanlardan.. Hiç nefes almadın ve  ciğere dolanları hiç tatmadın, boşa gittiler…
Bileklerimden akan mutsuzlukları izliyorum. Sen başka şehirlerde, elinde pamuklarla temizliyorsun vücuduma bulaşanları. Haklıydın. Sadece gittim…Karanlıktı ve hayli korkmuştum. Mumlar yalnızca güzel kokulara yetti. Sen başka şehirlerde… belkide sen başka , şehir yine nazlı, nemli ve uyanık ama aynı. Hayli suskun, bi hayli sustum.
Ellerimi göğe doğru çevirdim. Bir duaya katıldığımı düşündüler ama ben yalnızca dans ediyordum ritimsiz. Ruhumu sunduğum tanrılar, benden habersiz, ben zaten hissiz… yanık tenli ruhuma, asırlardır yazılan şiirlerin baş kahramanını arıyordum. Yanağım şehir değiştiren bir otobüsün camında, radyoda birkaç tanıdık iç geçirme… Haklıydın. Sadece gittim… yalnızdık ve hayli üşümüştüm. Beni ısıtacak güneşlere yolculuk yapmak ya da bana ısıtılan iklimler bulmak, sadece bir hayaldi ve hayallerim nedense hep kelimelere dönüştü. Sen yoktun.
Hayata kurulan alarmlar ayırdı belkide bizi. Ben hiç duymadım o sesleri. Gözlerimi her açtığımda sen hayatın ta kendisiydin. Uzaktık ve hiç yakınlaşamadık. Tek kişilik kahvaltı tabağı oldum bazı günler, bazı günler de sattalerce içilen aynı kahve. Ama hayat aynı zamana hiç ayarlamadı bizi. Tenimde ellerini dolaştırdım. O tarifi sır olarak bir pramide gizlenmiş kokun sarsın buram buramımı diyerek. Hiç ölmeyeceğime inandırdı beni. Haklıydın. Sadece gittim. Kokunu alıp terk-i diyarlara yelken açtım. Deniz almaz benden kokunu diye. Aldı.
Aşk tanımlamalarına katıldım, birkaç film arasında. Bazı eserlere başrol biçildim. Tablolarda gözlerimi gördüm fırçalanmış. Şiirler bana yazıldı ve nesillere rivayet oldum. Rüya oldum uyandırılmadım. Hak… haklı değildin. Hiç lafı bile geçmedi. Sadece düşünüldün ve düşünmek bir suç oldu en ahlaksızından. Sadece gittim… Çünkü düşündüm seni, beni. Biz diyemedim organize bir eylem planına delil yazdırmamak için seni. Ama beceremedim. Şahitlerim oldu. Delil oldun. Ben… ben deli oldum.
Senin yerine insanlar sokulmaya çalıştı bedenime. Vücut ölçüleri tuttu bazılarının. Ama ruhlarının ölçüsüne hiçbir terzi yetmedi. Kimse aldırmadı fazlalığını, dokundurmadı eksikliklerine. Bana biçilen bir soylu bir kral elbisesiydi saçların. Tel tel işlenmiş, altın suyuna batırılmış, çiçeklere nazire yapan güzelliklerle süslenmiş. Hiçbir elbise örtmüyor tenimi artık ve hiçbir kumaş cesaret edemiyor ipeğinin güzelliğine yaklaşmaya. Haklıydın… Ben gittim… git dediğinde. Zamanın durduğuna yalnız ben şahit oldum. Yolunu bulamayan balıkların intiharına katıldım. Yapamadım, bileklerimden akan mutsuzlukta boğulamadım. Her nefes tutuşumda çekip aldılar siyahlarımdn. Mumlar yaktım günleri aydınlatmaya. Güzel kokmadılar.
Orda öylece duruyorsun. Gözlerini değdirmek gözlerime, aklının ucundan geçmiyor. Renkleri için hiçbir şairin cesaret edemeyeceği dörtlükler yazıyorum, görebildiğim her an. Her yeni güne uyanmak için eskilerimden çalıyorum. Orada öylece duruyorsun. Ne sen bellisin, ne de ben. Belirsiz adımlar,sözler, sessizlik… Bir patlama anı aşk tarifleri ve cürret etmek. Dokunduğumda eriyecek yeryüzü biliyorum. Ve öylece gidiyorsun. Hayaller kuruluyor, yanağım otobüs camında yerini alıyor. Haklılar birer birer sorguya çekiyor beni. Ya biz, ya biz diyorlar. Hesap veremiyorum.
Suçluyum. Biz diye bir şey düşündüm. Kelepçeler takıldı bileklerime. Mutsuzluğum yeniden akmaya başladı. Haklıydın … sadece gittim.
                                                                                      UYSAL CİHAN

26 Eylül 2012 Çarşamba

Bir Rüya Gördüm


Uykun hiç gelmez. Gece, bir melodidir en sevdiğinden. Çanlar hep sana çalınıyor. Pencereye yaklaşamıyorsun. Korkular uyuşturuyor beynini. Gitmemelisin o bilinmeze ama senaryo yazılmış. Dalacaksın en derinine bilinmezin. Anlat bakalım kalem…

Bir rüya görüyorum…

Elimde bir fotoğraf var. Gölgeler karalanmış sanki üzerine. Hiçbir vakit, hiçbir insan, canlı kondurulmamış kağıda. Canımı acıtıyor ama sürekli bakmak ihtiyacı duyuyorum. Gölge çıkıyor fotoğraftan ve boynuma sarılıyor. Beni öldürüyor ve bunu yaparken muazzam bir huzur veriyor. Gölgeyi seviyorum.
Uyanıyorum…daha ölüp ölmediğimi bile bilmeden. Tekrar yatıyorum matemlere…
Kurumuş bir papatya var masamın üzerinde. Eğiliyorum ve kokluyorum. Tıpkı ismi gibi kokuyor. Koku, burnumdan beynime ulaşıyor. Koparıldığı kırlara uçuyorum, bulutların üzerinde. Uzanıyorum , yanımda kurumuş papatya da var. Nasıl koparıldığını anlatıyor bur kırdan usul usul, tumturaklı sözlerle. Geçmişini izliyor. Geçmişini anlatıyor. Ağlıyor... Huzurum kalk gidelim diyor. Gözlerimi açıyorum. Sigaram masamın üzerinde, daktilomun yanında kalmış. Okumak için hasretle beklediğim en güzel hediyemin tam yanında kurumuş bir papatya var. Kokusunu yitirmiş… nefeslenip, uzanıyorum.

Bir rüya görüyorum…

‘Beni hiç bırakmadın ki!’ diye bir kadın bağırıyor. Sesi çok yabancı. Ama kokusu… Kokluyorum o bağırdıkça bana. Görmek istiyorum.gölgeler gözlerimin etrafında bana engel oluyorlar. Kovuşturuyorum ellerimle. Ne mümkün!.. ‘Kimsin’ diyorum Kimsin. ‘ Kalbin bana hiç ihanet etmedi.’ diyor . terliyorum, soğuk soğuk terliyorum. Papatya kokuyor ortalık. Ses yanılanıyor. Yavaş yavaş kayboluyor. Gözlerin ağlamaktan morarmış, fer denilen şeyin yitirildiği, konuşmak için gereken mecalin , başka bedenlere irtica ettiği, tükenmişliğin zafer gösterileri yaptığı, o son halin çıkıyor karşıma. Evlat edindiğimiz, terk edilmiş göl kenarına gidiyoruz seninle. Tüm duyularımı yitirmiş, rüya ile gerçek arasında ki o sese kavuşmamş soru geçiyor aklımdan. ‘Bu olamaz’ diyorum.  Sadece kokluyorum , sadece koku… yanıma oturuyorsun, başını dizime koyup, parmağınla gölü gösteriyorsun. Bizim olmasının gururuyla izliyorum onu. Papatyalar var üzerinde. Hepsi kurumuş. Adeta mezarlık. Dua ister gibi uzanıyorlar. Ölmüşler… Üzerinde gölgeler var. Sis gibi. Bir o yana bir bu yana voltalar atıyorlar. Uzaklarda yağmurlar yağıyor. Kokusu geliyor aşarak ormanı burnumuza buram buram. Gülümsüyorsun. Birden, kurumuş papatyalar göle giriyor, gölgeler fezaya doğru koşarak gidiyorlar. Papatyalar çıkıyor gölden. Tazecikler. ‘Beni hiç yalnız bırakmadın, yıllardır buraya geleceğimiz günü bekliyorum.’ Diyorsun. Ayağa kalkıyorum. İçime öyle çekiyorum ki kokuyu. Gözlerim yaşarıyor. Hayır ağlamıyorum. Sanırım gözlerime kokun kaçtı. Elimi tutuyorsun. Yüzyıllar değişiyor. Evlat edindiğimiz göl şahit oluyor buna. Daha önce hiçbir sevinç için söylenmemiş kelimeler yankılanıyor karşı dağlara çarparak. İçimde ki acılar vedalaşıyor. Ranker, bulutların üzerinden üstümüze serpiliyorlar. Pembe mesela, yanaklarına ve dudağına yerleşiyor. Kaybettiğim , mavim, kalbimin üzerinde ki yeri alıyor. Elimi kalbine koyoyorsun. ‘gitme, açma gözlerini, kapat, ömür boyu buarada kalalım.’ Diyorsun. Güneş doğuyor… Kornalar öldüresiye çınlıyor duvarlarda. İnsanlar , yaşamak saatinde evlerinden çıkıyor. Dünyanın en güzel rüyasına meydan okurcasına. Tavana bakıyorum. Çok beyaz. İnanıyorum… yarım kalıyor…

Bir rüya görüyorum..

Masa lambasının ışığında , dans edercesine uçuşan toz zerrecikleri var. Karşımda bir kadın, kırmızı dudaklı. Oturmuşuz dostlarla, çenelerimizi çalmaktayız. Haberlerini veriyorlar bana akşam ajansı gibi. Yaşadığına inandırıyorlar. Gülüyorum.. Geçiyorum.büyümüşüm mesela, her şeyi başarmışım örneğin. Gönül rahatlığıyla yudumluyorum kahvemi. Bir yanda hoş sohbetler, bir yandan ‘Eksik bir şey mi var?’ çalıyor. Gözlerim dalıyor uzaklara. Sonra , sonra uzakları görüyorum. Mor bir tren gidiyor, kırların ortasından. Hani küçükken çizdiğimizo dağ, o martı, o ev ve o dere var gözlerimde.Bir seyler arıyorum. Koşuyorum. Bir uçurtma beliriyor tepemde. Üzerinden el sallıyorbirisi. Yere iniyor. Bir valiz bırakıyor yere. Alıyorum valizi ve koşoyrum trenin peşinden saetlerce. Ulaşamıyorum, beceremiyorum, yetişemiyorum. Gece oluyor. Uyanıyorum. Akşam olmuş. Üzüm beni çağırıyor…

Bir rüya tabiri…

Karışık yolların, düzenli ziyaretçisi pamuk şekerlerinin renkleri.Hengameli bir kalabalıkta edilen sohbetler gibi uçucu takvimler. Hangi iklim , hangi yarı küre mesele bile değil. Bir yaşam romanı , belleğimin kokmuş atıkları. İsmini bile koymaya aciz doğumlar beyin akıntılarım. Ve kelimeler bazen rüya değildir. Uzak şehirlerden bir davet bu iki bacağa. Kokular görünürmüş, ben gördüm. İnanmak için katlanmış bir bilinçaltı, bu yatağın altında çıkardığım battaniyem. Hiç rüya görmeyen tabircilerin hünerlerine kalmış ‘Ne ise hallerim.’Ve bir şehir bir gezegene dönüşmüş bu yollarda. Kimisi bir şehri sever, kimisi sevdiği için şehre katlanır. Kimisi ise karar veremez. Hiçbir şehire şehrim diyemez. Sabahları bilinmez uykular var. Tabir-i caiz rüyalarım yok benim. Bir rüya gördüm hepsi bu. Bir rüya gördüm, yaşam ne anlayamadım. Sürekli dolan kültablaları gibi kokuşmuş, katranı sarmış ufuk çizgilerine umut bağlamak evden her çıkış. Bir rüya gördüm. Sadece kendime anlatabildiğim. İnancım, tabir-i hiç caiz değil.
İnancı beyninden kürtajla alınanların rüyaları sayılır mı?
                                                                                            UYSAL CİHAN

14 Eylül 2012 Cuma

OLMUYOR DEĞİL Mİ?


Hadi! Benden bir mutluluk çizelim.. Gözlerim güzel baksın mesela , susacak hiç birşeyim olmasın , yıllarca gevezelik yapayım. Hadi! kahvem olmasın bir gece yanımda , yudumlarım terketsin damağımı mesela. Dalgalar olmasın okyanusumda hadi! Balıklar sessizlikten huzursuz olsunlar. Huzur çoktan bir kuytuda kırmızı üzümleri yad etsin.. Söyle hadi! Sarhoş eden kelimelerim olduğunu söyle, uzun yollara azık olarak al beni.. Anlat bana hadi! Sebepleri anlat. Neden sebep olduklarını.. Bil beni, sorgusuz bil.. Bilmek erdemdir de kendine.. Olmuyor değil mi?
Ayni özgüvensiz soluklara nefeslenen rüzgarlar, gün başlarken..Aslinda gün başlamaz bu bedendeki topraklarda..Sadece nefes almak istemsizce.. Gün baslamaz buralarda daha bitmeden.. Siradanligin ufuk çizgisi,bulutlar.. Olmuyor değil mi?
Yönünü bilmeden bir selam yollarsın. Nereye giderse gitsin, sen mağrur görevini yapmanın huzuruyla konuş kadehlerle. Kadehler yanlış anlamaz. Silip atmaya gelmişlerdir, yaşadığın savaştan kalan kan izlerini. Bir de yansımalar var. Şehrin yansımaları, mesela gölgenin bile erişemediği yansımalar. Konuşmazlar. Büyürler, devleşirler ama konuşmazlar. Bazıları denize yansır. Sen ona yakamoz dersin. Kimi kadeh kaldırır yakamoza, kimi kadehiyle konuşur. Ama yakamoz nazlı nazlı, dalgalanır seninle beaber. Miden alt üst olur her kürek çekişinde fakat mutlaka bir kadeh vardır sessizliğini takınmış.
 Sessizliğin yalnızlığını kıskanan karakalem mısracısı, yollara yol demeyen beden.. Ruh çoktan eleğini duvara asmış, körkütük ayık.. Rüzgarın serinliğini, rüzgara haber veren kahin.. Ve sen, sırat adlı köprünün karşı tarafı.. Bil beni..Olmuyor değil mi?
Susuzluğumun farkında, doğru adrese yanlış gelmiş, ürkek bir yalnız kumru.. Bir tas suya, bir ömür vaadlerimde geziniyorsun. Bilmelisin ki; tanışıklığımız evvel zamanlar içinden.. Dönüşüm aynı, ayrı iklimlere.. aynı teraneyle.. aynı teraneye.. Bir parça farkla.. Değişik kıtalarda aynı sabahlarla..
İçime çektiğim gri, uzun, yorucu , yıpratıcı ve bazen şekilli sığınışlarım var. Orada bir yerde o içime çektiğimle, bir gölge gibisin hiç gelmeden, hiç gitmeden.. Ve şimdi terkediyorum seni yanıma bir paket daha sen alarak.. Yokluğun hiç olmayacak ciğerlerimde, kokun parmaklarıma sinmiş, her adımımda, her yalnızlığımda sana sarılıcağım.. Adın hiç olamayacak, adını hiç tekrarlamıyacağım yasaklandığından ruhuma.. Gecelerime mey olarak kattığımdan seni, bir sarhoş itirafı olarak kalacakın.. Beni bilirsin sarhoş olmam hiçbir sıvıyla, gözlerin değmemişken sol tarafıma.. Bir mektup yazacağım, eski yıllar gibi, sarı kağıtlara senden hiç bahsetmeden. Sana yollayacağım eğittiğim kumruyla. Kimden olduğunu bilmeden okuyacaksın ve yırtıp atacaksın. Aslında biz hiç aşık olmayacağız. Beynimizde gezinen birkaç dünya görüşü kelimeden başka hiç tanımayacağız seni, beni. Samimiyetsiz karşılaşmalarımız olacak uzun yıllar sonra. Sen nasılsın diyeceksin. Ben sana bir kumruya bakar gibi bakacağım. Ama hiç aşk kelimesini yakıştırmayacağız kendimize. Kıtalar arası yolculuklarımız olmayacak seninle, bir hatırada kalacağız daha göz göze gelmemişken. Sebepsiz bakarken uzaklara akıllara tekrar gelmeyeceğiz. Ve bir anason tadı masada kalacak söyleyemediklerimiz..  
Bir veda sarılması. Bir iyi dilek. Bir ‘Gitme’ der gibi bakışlar. Ardımdan bir tas su bile bulunamayacak. Yine cama yaslanmış bir kelle ve bir de otoban çizgileri..
Hadi! Sil şimdi hem varı, hem yoku. Bir mektup sokaklar, sarı kağıtlara yazılmış, kumruyla gönderilen.. Bir hayata nemli yazgılar. Hoş kal, çalınmışlıklarım…Olmuyor değil mi?
                                                                                         UYSAL CİHAN

8 Eylül 2012 Cumartesi

NEREDE KALMIŞTIK?


Gözlerime bakamazdı ki, şehre bir ateş gibi düşen, taze mevsimin son demlerini yaşarken… Yıldızları seyrederken bazen aramıza uçaklar giriyor. İnsanlar bir şehirden bir şehire gidiyorlar, sen buna göç de ben seyahat, bazen kıtalar değişiyor. Gitmek, en sevmediğine en seviyormuş gibi yaparak. Gitmek hayallerine ve sonra bulmak onu hayal etmediğin gibi. Gözlerime bakamadı da tıpkı hayal ettiğim gibi. İstemedi görmek, çok istediğimi. Dayanamazdı buna, kaldıramazdı.  İstememi istemedi. Öyle manzaralar biriktirmiştim ki gözlerimde, buna ben bile dayanamazdım. Yazdım, aklıma ne gelirse yazdım. Birikmiş ne varsa heybemde, önüne serdim. Yedik birlikte küflenmiş peynir ve ekmeğimizi. Bir de şarkı mırıldandım. Mevsim soğudu…
Bu günlerde üzerime sadece yıldızları seriyorum. Bazen bulutlar da giriyor aramıza. Tanımadığım dalgalara renkler katıyorum.  Gemiler giriyor bazen aramıza. Uzaktan yeşil göz renkleri tanıdım bu yüzyılda. Yeşil olduğu aşikar fakat tonu anlaşılmaz. Sessizce, ifadesizce dinliyorum, hayatıma dahil olmaya çalışanları. Bu aralar ne çok susacak şey var.
Bildiğim sokaklar gibi, bu tenimin kavrulduğu yapış yapış yeni adımlar. Çok ışıklı bir kente giriş yapan soylu bir kral.. Ne kadar zordu seni aramak, bir sarılma anında. Sen şimdi ayaklarımı uzattığım, şarkılarda kokladığım o eski tanımadığım koşuşturma. Çok uzun yıllar oldu ne olmadığımı bildiğim, Şimdi tarih değişkenlerine bakıp hayallerimi yazmak, ezberlediğim bi kaç sokağa. Soluğun tatlı geldiğini hissetmedim daha önce bi tesadüf manzarada. Bildiğim şarkıları defalarca dinlerken, hiç düşüme girmeyen düşlerim oldu. Yönümü daha bulamamışken, bulduğum en yüksek manzaralarım oldu. Acı vermiyor dumanlar, tadı deniz kokusu gibi olan. Bir şehre yalın ayak adım atmak..
Çok kanlı denklemleri çözmeye gönüllü bir analitikçi. Üzerinden geçen kanatlara selamlar çakıp bir sigara daha yakan. Şarkılarıma küfürler serpiştirip, sözlerini dinlemek uzaklardan bir melodiye saygı duruşlarda.. Sıkışıp kalmak tanımadığın tahrikkar son dönemeçlere.. Denklemler her an kanlı. Çok kelime harcayıp çok susmak vardı eskilerde ve bir de sahtekarcılık oynamak, sevimsiz sırıtışlarda. Topladım herbirini küçük bir sandığa. Arada sırada bakıyorum yok oluşlarına.
Mevsim soğudu. Cızırtılı gürültüler evlere çekildi bir pike eşliğinde. Şimdi kuşlarda bir uçak misali. Göç mevsimim başlıyor. Başladığımız noktaya geri dönüş. Nerde kalmıştık? Ben susacaktım, dünya sahtekarca dönecek. Ben hazırım. Yitirdim kelimelerimi…
                                                                                                                                             UYSAL CİHAN

10 Temmuz 2012 Salı

BİZİM MAHALLENİN MARTILARI




Onu gördüğümde irkildim açıkçası. Tavrını hiç bozmadan beni selamladı günümün nasıl geçtiğini sordu. Ona kim olduğunu sormama henüz fırsat vermemişti. Acaba aklımı takside bırakmış olabilir miydim? Evet, biriktirdiğim çizgi romanlarım var, gazete kâğıtlarım da; ama saçma değil miydi kıçını başını bir sağa bir sola sallayıp beni karşılayan bu yaratık. Bazen saçma hayallere kapılıyorum. Hatta gerçekleştirmek içinde çabalarım olmuyor değil. Kapı komşum birçok kez beni şehrin en ücra noktalarında balık tutarken yakaladı ki ben denizi 23 yaşıma kadar hiç görmedim ayrıca bu şehirde deniz de yok. Boş kahvaltı kâselerim var her sabah kahvaltı yaptığım. Masrafsız bir adam derler bana. En son peyniri 3 yıl önce almıştım. İncir reçelinin aşığıyım ama tek şartla; içinde incir olmamalı. Bu bana yadigâr evde sorunlu mutluluklarım oluyor. Sorun sende değil diyen bir düzine kadın tanıdım. Bir kaç kere dikkatimi çekmişti mahallede ki değişiklik. Eskiden kumruların seslerine pencereye çıkardım. Aramızda kalsın bu aralar bizim mahalleye martılar dadandı. Evet, biliyorum bu şehirde deniz yok. Kokusu bile hiç uğramamış. Yedi numarada ki Aslı’ya sorun, oda biliyor deniz olmadığını; hatta o hiç görmemiş. Bir gün yedi numarada ben oturacağım. Hehe çok kıskanıyorum onu. Ben hep yedi numara olmak istedim. Kapısı cevizden.
İlaçlarımın dozlarını arttırdı beyaz meleğim. Oysa ne gerek vardı ben mutluyum. Anlamıyor beni. Bana şiirler yazan bir kadın var diyorum inanmıyor. E o zaman bu şiirler neden bende. Sen yazmışsın diyor. Ben kalemlerden korkarım. Kalem olmaya çalışmıştım bir zamanlar, tükenmek bana göre değil. Benim hiç bitmemem lazım. Tükenmez kalemler bile tükeniyor.
Bir şeyler içer misin diye sordu bana eve geç kaldığımı söylerken. Söylediğine göre bana gelmiş. Birkaç gün önce göz göze gelmişiz. Evet, ama ben gözlerini görmedim. Evime girip beni beklemiş. Artık birlikte yaşayacakmışız. Kabul ettim.
Sorular sordum ona…
Siz martı mısınız?
Bir martıyla yaşıyorum artık. Çocukluğumda görmüştüm onu. Biraz kızgındı. Babam söylemişti isminin martı olduğunu. Sonra resimlerde çizdik iki dağın arasında uçarken. Zaten dere geçen bir resimde neden martı çizilir. Martılar göç etmez. Kendisine sordum tek göçümü sana gelerek yaptım dedi. Bizim mahallede çoklarmış bunlar. Ama bu şehre benim için gelmişler. Bazen özel hissediyorum kendimi. Bana neler yapmamam gerektiğini söylüyor. Doktorum inanmıyor ama siz inanın martılar iyi sır tutuyorlar. Yedi numarada ki Aslıdan bile gizleniyorlar. Onun kapısı ceviz olmasına rağmen. Babam cevizi çok severdi. Elleriyle kırardı. Ama ben cevizi kapı olduğu için seviyorum. Martıya'da söyledim bunu, beni anladı. Uyandılar az önce bizim mahallenin martıları. Ne işleri var diyorum buralarda. Bu ilaçlar bazen beni sersemletiyor. Öyle güzel ötüyorlar ki bazen dayanamıyoruz ve yanlarına gidiyoruz konuşmaya ama sadece ev arkadaşım olan bizim dilimizi biliyor. Aramızda kalsın gagasına göre çok kalın bir sesi var.
Dışarı tek çıktığımda bazen şehrin bir yerinde karşıma çıkıyor. Ona simit alıyorum yürürken yanıma kırıntılarını atıyorum. Afiyetle doyuruyor karnını. İnsanlar bana garip bir şey yapıyormuşum gibi bakıyor. Ne var canım bunda, ben de martı besliyorum. İnsanlar çok değişti. Ona yazdıklarımı okuttum soluk benizlilere. Artık hastane de  kalmamı istediler.
“Bulutlar çiziyordum tavanımın en is tutmuş yerine, yalnızdım, farkında olanlar çoktan valizlerini toplamış bir tren çığlığının ertesine takılıp, denizi güzel şehirlere gitmişlerdi. Bana kapsüllü hayatlar bıraktılar giderlerken. Arkalarından el sallamaya zaman bırakmadılar ama. Kapısı ceviz olan bir komşum var. Aslında komşum önemli değil önemli olan babamın cevizi çok sevmesi. Biliyorum birden bire girdin hayatıma. Nasıl oldu neden oldu bilmiyorum. Sorgulamadım paylaştığın yalnızlığımdan. Çocukluğumdan hatırasın bana. İyi ki geldin. Kanatlarımı açtım, yuvadan uçmayı bekliyordum ki bana uçmayı öğretecek olan sen geldin. Çok kanat çırptım kanatlarım kanadı, duvarlar kan oldu. Tüylerimi toplamaya gelenler uçabildiğime inanmadılar. Balığı da çok severim hâlbuki… Konuş benimle, balık tutmayı öğret, kanatlarımı açmayı. Duvarlara çarpan çırpınışlarımı bulutlara yönlendir. El sallayamadıklarıma kanatlar çırpmak istiyorum. Kanadımdan düşen tüyler burunlarına konsun istiyorum. Gökyüzüne bakıp hayırlara vesile olmamı dilesinler istiyorum. Unuttukları beni bulutlarda görsünler istiyorum. Bana martılığı öğret; iki dağ arasına çizilen çizgi olmak istiyorum. Ceviz ağacından kapım olsun. Beni hiç bırakma. Martı olmak istiyorum.”
Ben kim miyim?
Bizim mahallenin martısı…
UYSAL CİHAN

9 Haziran 2012 Cumartesi

SAYGILI GECELER...


                 Saygılı gece… Bugün nemli tütünlerden bi sigara sardım kendime. Oturdum , sokakları ayıkladım geçmişimden. Ekmek almaya giderken giydiğim terliklerim vardı küçükken, şimdi nasıllar acaba? Çok vefasızım… bu gece çok esti ve serin oldu ayıklayamadığım bazı sokaklar. Bazı kadınlar , bazı sokaklarla anılır ve bazı insanlar, bazıları caddelerle. Ben hangi sokağım diye düşündüm bu gece nemli bir tütün dumanında. Bu melet boğazımı yakıyor. Melet demişken , nerelerdedir şimdi duyargalarımla uzun zamandır aradığım, belki de şehir gittikçe genişlerlerken, bana şehri dar eden , gizli kapaklı , olumlu ya da olumsuz , zulümlü zulümsüz, eğri doğru , bildiğim ya da bilmediğim, hep pusların arkasındaki deniz kokum. Çok önemli değilsin gibi. Çünkü önem bile hafif bi yel senin fırtınanın yanında… Neyse sokak demiştim. Bu aralar çok yalnız sokaklar. Hiç kimse aşkına hayinlik yapmıyor. Yine korkutucu sokaklar. Ama sokaktan korkulmaz…
               Olmayan denize ayaklarımı soktum bu gece. Su daha ısınmamış, ısınmayan yalnız ruhum değilmiş. İhya olamadım ki ben azla yetinirdim ama tütünüm yetmedi bu gece. Daha bir ses lazım bana , hani duyduğunda hiç ölmeyeceksin gibi kulağa dolan iksirimsi  bi ses vardır ya hayatının bi köşesinde , hani ürkersin aslında o sesin ağırlığında ama hep istersin o sesi, o ses olur sesin, bir bakmışsın bi sesle yaşabiliyorsun. İşte o sesi istedim bu gece. Onu kaybettiğim sokakta soktum ayaklarımı olmayan denize olmayan deniz kokusunda. Yanına anason ilave ettim. Ayıklanmış sokaktaydım oysa ki ama sorumsuzluk yüklemişler sorunlu organlarıma. Bulamadım. Bulamamak bazen iyidir. Bazen çok ıslatır yanaklarını. Artık sigaramı kibritle yakıyorum. Saygısızca küfredersin elini yakarsa o kibrit. Hoşuma gidiyor.
              Saygılı gece… hoşuma giden şeyler de oluyor bu gecelerde. Sokaklara tek başıma hakimim mesela. Mesela zorunlu deprem sigortası yaptırmıyorum. Hayatımı sallayacak daha büyük doğa olaylarım yok mesela. Hem çok zorunlu mesela. Bana saygı duyan sokak köpekleri var mesela geçtiğimde saygılıca bağırmayı kesen. Kimseye söyleyemediğim yalanlar biriktirdim. Gerçekten yalanlar mı onlar bilemiyorum . Henüz kelime olmadılar bir kulağa giren. Bu gece hiç renk görmedim. Bu gece hiç aşıkta olmadım. Fütursuzca koşuşmadım gölgemle bu gece. Bu gece nemli bi tütün dumanına aşık oldum. Çok yaktı boğazımı . Anason koydum ağrısına , en güzel arkadaşı beyaz peynir denilen bir süt ürünüymüş dediler. Bende duydum.
               Bu gece saygılı… lunapark ışıklarını seyrettim çok uzaktan. Bazıları eğleniyor olmalı. Çok sahtekarca 3 dakikasına bilmem kaç kuruş ödeyip mutlu takliti yapmak. Bu günlerde mutluluğu pazarlıyorlar ücret karşılığı. Hiç parayla mutluluk alamadım ben yuvarlak gezegenimizde. Ben içimdekilerle mutlu oldum mutsuz şeyler bile olsa. Lunaparklar çok gürültülü. Bu şehrin ağaçları çok güzel kokuyorlar .Bitmeyecek bir yol gibi uzanıyorlar , yan yana , sıralı , kokulu, huzurlu… Dediler ki yalnızsın bu gece. Mutsuz gülümseyişler öğrettim insanlara cevap olarak…
             Saygılı gece…  üzgünüm yine bitiyorsun… Bitişini, en yürekten ayinlerle ölümsüzleştiricem. Ben mi? Ben senin en sadığın..
             Saygılı geceler…

                                                                                                                       UYSAL CİHAN

6 Haziran 2012 Çarşamba

KÜFÜR


            Şöyle kallavi bir küfür seçsem mesela belleğimden. Hani şu ağıza çok yakışanlardan. Otursam bir de vasiyet yassam kazanamadıklarıma. Hayat ne bıraktı bana çizgili bir pijamadan başka. Onu da hiç giymedim. Güneşle güne başlayan çığlıklarım var bir de , merak edenler oldu, hepsi yerle yeksan. Şöyle dolu dolu bir küfür.. mütemadiyen çay demliyoum. Bulmaca gibi : Hayat sıvısı= bazılarına çay.
             Siyah beyaz kullanırım renklerimi bazen, bazen çok yakışır rengarenklere inat. Bazen şarap rengidir zamanım, adı yudum, rengi kan, cabası tek başlılık 'ama' lar çok, yine kağıt kalem saatler...  Bazen yalanlar söylerim, sadece kendime , aslında ben yalan söyleyemem, yalan olduğunu bilirim. Aramızda kalır mı bilmem ama bende ağlarım. Hem de çok ağlarım ama benden kelimeler dökülür. Beyaz kağıtlara ağlarım, insanlar söz zanneder. Gözyaşlarımı okuturum , böylesi daha adilane. Sokak köpeklerini aslında severim korktuğum kadar hem de. Çok gezdim sokaklarda geceleri, hiç çıkmayın dışarı şiirler yazdıracak karanlık sokaklar artık hiç eğlenceli değil.
            Tanımadığım kadınlara anlattım seni. Tanımadığım adamlar bildi hikayemizi. Sokaklara hiç unutturmadım varlığını. Varmışsın gibi dört adım attım aynı kaldırım taşlarına. yalnız oturuyormuş gibi yapmadım hiçbir, zaman doldurulan çayhanelerde. Sana kitaplar okudum yine , hani uyumaya ramak kalan gecelerin var ya işte tam o uyku kokulu dakikalarda. Ama kokunu betimleyemedim hiçbir sohbette. Hele gözyaşlarım hiç anlatamadı o kekremsiliği.
            Şöyle ağır abi bi küfür sallasam ya..
            Bi kere daha tekrarlandı az önce gündoğumu. Sanırım yine bir şey değişmedi. Değişimlerim oldu aslında. Sustum mesela. Saçlarım azaldı, daha çok ayak sesim oldu sonra. Kış düştü yine üzerime. Baharı anlamadım bile. Uğuldayan dolunaylarda dualara çıktım. Üşüdüm , hırkam sökülmüştü.
            Kirli havalar çaldı düşlediğim melodilerimin tam ortasında. Suya giden yollarda ayrıldım yolumdan. Suya varmak, karların erimesine kaldı. Kararlarımı aldım yanıma bir uzak seyahat valiziyle birlikte, siyah çarşaflarıma sarılıp uyuya kaldım. Çiçekler açtığında yine kıskandım çiçek rengi olmayı. Olamadım. Kuş sesleri mi? Hiç duymadım ki. Bana alındılar sanırım. Oysa yiyeceğim bir lokmam kalmadı. Paylaşamadım. peşin hükümler doğurdum peşinatlarıma saysınlar diye. Yüzümü aslında hiç göstermedim sakallarımı kesmeden. Seni sana anlatırken ne de kızardın bana. Haklısın anlatışım hep yarımmış. Çizgili pijamalarımı hiç giymedim. Hiç uykum gelmedi ki benim. Bi kenara sızmış bedenimi izledim günün bir zaman diliminde. Bana zamanı öğretemediler.
            Şöyle iyice bir küfür etsem ya boşluğa..
            Pijama giyme vakti ne zaman? Çay içmeliyim..

                                            UYSAL CİHAN

4 Haziran 2012 Pazartesi

TOZLU YÜRÜYÜŞ


                Yürüdüğüm tozlu bir yol olsa gerek. Tozlu yolların en açık kahverengi tonunda,  dizlerime kadar yapışan tozlu bir yol. Bir kokuya muhtaç, damlayan terlerin iz bıraktığı , olasılıksız, haykırışlı ve sonuçsuz bir yol..
               Yorulmuş bedeni her halinden belli, yalnızlığın sözlük anlamı belki de attığı her adım. Mutluluk belki sadece cilalı ayakkabılarında yeniymiş gibiyi düşünmek. Düşünmek belkiyi, hep belki şeklinde, kağıtlara yazarak ama asla okumayarak o kağıtları..Düşünmek ne olduğunun önemi yok diyebilmeyi.. Düşünmek , düşünebilmeyi.. düşünmek asla ve hiç i..  Önemlimidir yürüdüğün yolun , yol olması. Değil midir seni erdemli kılan yürüyebilmek erdemi. Bazen kime ne anlatırsın bilemessin , anlattığın senin olsun bana anladığını söyle..
                Gülmek , sana bakınca anlatılmayanın evrene yansımasıdır eksiksiz, kendince.. ismini koymadığın , koyamadığın günlere uyanmak yazılır bazen defterine. Sen defterden habersiz, bezgin silinmiş günleri yaşarken.. zaman şimdi bir duman, zaman bir zaman sonra dağılmış bir duman.. duman bazen gözlerime sızan gözyaşı bahanesi.  nedenler  aslında bahanelerdir. Ben mesela yaşamıyorum yaşayan nedenlerim.
 Yürüdüğüm tozlu bir yol olsa gerek.
               Şimdi sana yolumu anlatsam nereye yürüdüğümü unuturum.İnanmaktır bazen kaldırım taşlarını saymak.. sanki sonunda bulutlara adım atıcam sen elini uzatıcaksın ben asalete bürünüceğim. Bazen hatırlamaktır yüdüğün yolda durmaman gerektiğini. Dem çekmek , bir şeylerin yerine koymaktır mevzuları.
               Işıklarım kapandı, kulaklarım sessizliğe esir, çok gürültülü dört duvarlar. Saatleri durduran cimriler gibi, durdu zamanlar. Hayat cimrileşti.
               Dolunay benim ilgimi çekmez. Aslında hiçbir doğa olayı çekmez. Dikkatimi çeken yalnız kaldığım dedikoducu benliğim. Hep seni , hep bana ya dolunayda ya kavurucu bi sıcağın en derininde anlatır. Benliğim adına adanan bi yemin gibi tüm doğayı seninle yaşar, seni çok konuşur. Sana açılır her mevzubahis. Beni ben yapar yaşadığını bilmek, verdiğin soluğu alabilme ihtimaliyle yaşamaya çalışmak. Çok güçsüz değilim aslında, çok aldatıcıyım sadece..seni sensiz yaşayabilmek gücün sembolü bir bedene. Hep asaletin var rüyalarda. Hep aynı güşüşün , şehri kıskandıran.şehir hala sen..
 Yürüdüğüm yol…
              Hep tren gidişleri hüznü burnumdaki sızı. Cama yaslamış yüzünü gideceği yeri daha gitmeden düşünmenin acısı ve merakı. Arkasından el sallanılmak gurur verici bir  kaybediş… gözyaşı gibiyim şimdilerde,çeneme varmadan buharlaşanlardan. Doğuyorum her sabah seninle tanışıp, kaybediyorum yeniden . gözyaşı gibiyim sebebim olmasada dolyorum gözlere. Bazen en sebeplerde gelmiyorum akıllara, gelemiyorum. Bazen dumanlarda çıkıyorum ortaya hafif bir acıyla. Ben aslında gamze olmak istiyorum. Hani şu gülünce bir simaya karakter katanlardan. 
Yürüdüğüm…
             Yol değil sadece hayat. Hayat ; tozlu yollarda tozların bulaşması dizlerime kadar. Hayato dizlerin gücü bulabilmesi seni düşlerken. Düşlemek sadece seni bu bedene. Ben seni düşlerken, sen yine defalarca güldün, bir adam mutlu oldu yaşadığına. Yaşamak bazen yürümek neye.. nereye..
                                                                                                                   UYSAL CİHAN




           İlk Bestem..

28 Mayıs 2012 Pazartesi

MAĞRUR


                          Gözlerini eğdi, yine ürkekliğinden utanan, o çok bildiği kadını izliyordu ayna misali.. Elleriyle dumanları dağıttı iki yana sanki son gösterisine çıkıyordu, mağrur. Oysa sadece yalnız kaldığı bir mekandan bir mekana  geçiyordu. Tek fark bu kez daha ritüel sıralaması. Ama ben hiç kimseyi  anlatmıyorum.
                        Uzaklardan bir melodi duydum. Acıtıcı tınıları, kalbime basarken her tonunu yükselen bir melek sandım canımdan çıkan her feryadı. Karşılık verdim, feryat ettim  , bir şarkı döküldü dudaklarımdan, ben ve kimsenin  bir daha duymayacağı  o çırpınışlı , dekoratif ses şekline bürünmüş.. Bir şarkıyla konuştum ilk kez , bir şarkıyla şarkı oldum, söylendim , tekrarlandım belki de unutuldum. Odalar karanlık daha yaşanılası.. Aniden yağmur yağdı , pencereme vurdu, çık dışarı dedi korkutucu sesini sakınmayarak. İşlerim vardı oysa ki.. Neden çıktım dışarı o sese katılarak? Uzun olmalıydı yolumuz yoksa  bu kadar yorulmazdım.. Bir odadan diğerine geçmek artık mülteci umutsuzluğu veriyordu soluklarıma..
                       Saatler gitmeyi gerektiriyor bir göçten bir göçe her yirmi dört saat döngüsü gibi. Belki artık saatleri unutmalıyım!! Odamın bi köşesinde saklansam saatler peşimi bırakır mı? O kadar zeki miyim kandırsam onları. Hiç bakmasam mesela zamanı gösterenlere, ruhum yeniden çocuk olur mu? Uçurtmaların peşinden koşarken utanmaz mıyım acaba kocaman bedenimden. Sadece kendi bedenimin çürümesine şahidim bu aralar.                                                                                                 
Sessiz, anlamsızca sessiz ..
                       Bir otoban griliğinde nefes alışlarım , koşuyorum, hiç bitmiyor aklımdan geçen hiç aklıma dahi getiremediklerim. Uzaklardan el sallıyorlar, gitmeliyim.. sana gelmiştim oysa ki, cepleri sökük ceketimi de giymiştim, daha bir fiyakalı olayım , arkana bakmadan kapı dışarı gidişlerinde. Kızmadım sana ,zaten ben vermiştim dünyamı değiştiresin diye içimdeki denizi.. sende kalsın.. mavileri çok severim  hele ki benim değillerse. Perdeleri açmıyorum ne zamandır, sadece tahmin ediyorum dışarıdaki seslerden ne olduğunu , belki de bir tablo çiziyorum içine sevdiklerimi yerleştirerek, en çok maviyi.
                     Ben seni hiç ağlarken görmedim sadece uzun gecelerim oldu, seni çizdim duvarıma her rengi kullanarak, her demde  her sabah silinerek.. Hep güldürdüm bulutlarımın üzerine her çıkardığımda seni.  Sen orada  olsan da ben duyarım kokunu  o nadide kokuyu.. Ve ben çocukken yokuş başlarında beklerdim geleceğimi, yüksekten baktığım denizde hayallerim yüzerdi, çoğunda sen bile yoktun ve açıktaki dalgaları yunus zanneder heyecanlanırdım.. Sen beni hiç uyurken görmedin .Bir ihanet değil miydi yanında uyuyabilmek, sen uyurken o anlatamadığım doyumsuzluğumu izlemek yerine .. o sevinç acısını kursağımda yaşamak.. Saçlarını yüzyıllarca okşayacağıma dair yeminler etmek sence tepilesi bir fırsat mıydı?
                    Ben çocukken hiç seni düşünmedim. Seni gözlerimle, gölgelerle duvarlarıma çizeceğimi kimse söylemedi bana. Hele bir gün öleceğimi hele bir gün… Belki başka kalplerin kadını olduğunda, ben hala bizli düşler göreceğimi ya da yapmak istediklerimizi hayallerim de çoktan yapacağımı nerden bilebilirdim. Yani bunu bana kimse öğretmedi , kimse hayata hazırlamadı kimse sensiz yaşamayı öğretmedi. Yitireceklerin olacak ve sen hep eksik yaşayacaksın demedi. Yitirdiklerin senin her dakikandan bir zaman dilimi alıp götürecek demedi bana. Ve benim çocukluğum da sadece Pazar günlerimiz vardı çizgi film seyretmek için.. ve ben çocukken hiç çocuk olmadım.
                    Sahne kararırken yaşlı adamın üzerinde, hayatının son tiradını atıyordu . Mağrurdu, son kelimeleriydi.. ışık kapanırken hala çocukluğunu anlatıyordu..
                    Ve ben çocukken; Çok sevmek bir suç değildi…
                    Suskunluk... Gözyaşı.
                                                                                                                           

                                                                     UYSAL CİHAN