22 Aralık 2011 Perşembe

KOKUN NE RENKTİ?


             Ben  şimdi bir masalın sonunda yeni bir masal anlatıcısı olmaya çalışıyorum. Yorulmak nedir bilir misin kahraman? Uçan filler gördüğünü iddia etmektir  kır çiçeklerinin sınırsız tarlalarında, belki kırlaşmak bir kıl gibi en sevdiğimiz oyunların mızıkçı çocukluğunda. Yorulmak, senin yerine koymaktır acıları, bağlanmış yollardır hep, sana çıkamamaktır. Oysa ne güzeldi masal olmak, şimdi ne ağır sanki kahraman senmiş gibi  anlatmaya çalışmak, gerçekten masal olanı. Biliyorlar burada olduğumu , ne yazık ki sende biliyorsun, en acısı bunu bende biliyorum. Hadi desen ben yine tebeşirimi alıp sek sekler çizeceğim tırtıklı asfaltlara. Çok yara izim var dizlerimde.  O asfaltlara yazdım kanımla adımı, daha çocukken ağlatamazdım yüreğimi o tertemiz kan gibi. Dizlerimi sürttüm, daha da sürttüm ,daha da ,oyun bitti. Şimdi ne zaman tebeşir görsem şarap içerim kan gibi. Sek sek oynarım utandığımdan beynimde.
            Şimdi masallar yazıyorum, dahil olamadığım oyunlara. Şimdi insanlar eğlendiriyorum, eğlenmenin ne olduğunu bilmeyen insanları, kandırıyorum onları eğlenceli diye. Oysa dizlerimi sürttüğüm o oyundan başkası değil. Anlatıyorum hiç başlayamadığım o masalı, sende varsın, benim misketlerimde . Güneşe bakmıştık onlarla hatırladın mı? Hatırlamak nedir bazen sahtekarlık değil mi? Bazen ‘hmmm evet’ nidasıdır sadece. Hatırlamıyorum ne renkti kokun. Ne renkti?
           Ağlatmayacağım o eski gülümsemelerimi ama sızlayan karanlıklarımı bir miras asaletiyle taşıyacağım ceketimin iç cebinde tütün kırıntılarının en yanı başında. Mavi, bulanık asaletimi duvara asacağım guguk kuşunun tam sol tarafına. Çivi izleri kapansın diye delik beyin duvarlarımda. Sana ıslıklar yollayacağım en uğursuz gecelerimde bir aşk bestesi gibi nefes nefese. Ağlayan sokak köpeklerini dinleyeceğim inleyen nağmelerimi sustursun diye. Ama ağlamayacağım senin göz yaşların utanmasın diye. Sona sana biriktireceğim ekmek kırıntılarını, sana gelirken kaybolmayayım diye. Dönüşte de kuşlara yedireceğim  aç kursaklara bir ziyafet vermiş fukara gururuyla. Soğuk parmaklıklar yapacağım bedenimin etrafıma sana hapis olduğumu anlasın tüm nezaretler, ziyaretler, kaçışlar. Kibritle ellerimi yakacağım ilk kez ateş yakmayı öğrenen çocukluğumun korkak cesaretiyle. Ama ağlamayacağım şarabın o en kafa kıyak yudumunda. Ağlatacağım şişeleri sana her sitem üzümlerinde. Dudaklarını özleyeceğim her kırmızı ruj kadınında. Nefesimi tutup, kalbimi yavaşlatacağım sana çok yaşlanmamak için. Aşk olmalı senin adın diye kitaplar yazacağım, hatta beceriksiz yazar olacağım ve bu isimli kitaplar bulup okumadan özet çıkaracağım mektuplaşmalara. Ben, ben olacağım ama ağlamayacağım.
          Sen sen ol ağlama, her hatırladığında inanmış duygularının nasıl kül olduğunu. Hatırlatma bana balkonumuzdaki güvercinlerin bizi beklediğini ıslak ekmek lezzetini. Sen sen ol o soğuk duvarlara yaslanma, benim yerime uzanıp biz kişilik yatağımızda. Gözlerinin morlarını pembeleştir sen sen olarak. Hatırımda öyle kalma hatırım kaldıysa.
           Uyumalara koşuyor yine yüreğim sımsıcak eksi derecelerde. İnsanlara portreler çiziyorum mutluluğun resmi gibi. Dinlemiyorum aslında konuşulan hiçbir kelimeyi. Görevimi yapıyorum yaşıyorum. Ve gidiyorum her yazdığımın sonunda ki karamsarlığım gibi.
            Sen sen ol, ben  seni sen hatırlıyayım, hatırlayacak hatırlarım kaldıysa. Kulaklarım patlayacak sessizliğinden. Sen sen ol bana şarkılarını yolla. Kokun ne renkti?  Kokun , kadınım…….

                                                                                                                       UYSAL CİHAN

12 Aralık 2011 Pazartesi

18 Kasım 2011 Cuma

ASL-I MAVİ


         Gitmek… Ben hep gitmeyi sevdim. Gelmek bana göre hiç olmadı, olamazdı da, çünkü tadında bir özgürlük yatmıyor onun. O çağrılır ama gitmek emir almaz, çağrılmaz, yalnızdır . Ben  gitmeyi sevdim ,hep gittim bir yerlerden ,  bir yerlere, birilerine, birilerinden, daima yürümek, gitmek…
        Gitmek bana hiç ihanet etmedi. En sevdiğim eylem oldu daima. Örendiğim dillerde ilk bu kelimeyi öğrendim ki o ülkede nasıl gidileceğini anlamak için. Başka ülkelerde gitmek isterdim, başka ülkelere gitmek, hani başka ruhlara gitmek gibi.
        Ben sana gittim… Alkol tadında bir akşamda sana gittim. Sana da gitmeyi sevdim hatta hep sana gitmeyi sevdim. Hep senle gittim gitmek istedim. sen uyurken sen uyanırken ağlarken yokken… Gitmek aslında; sana gelişlermiş, adım atmaya başladığımda sana gitmeye başlamışım ama adımlarım yanlış sokaklara imiş. Tek defa doğru adım atmak aşkın varlığına inanmakmış.
       Kaldım, ilk kez kaldım. O tende o nefeste o inançta ilk kez kaldım. Lügatımdan çıkarttım gitmeyi. Ben ,  deli adam… gittim ve kaldım. İnanabildin mi bana kaldım. Hani öylece , sessizce , inanmış, oturmuş, ağlamadan, karanlık olmadan, sebepli, sebepsiz ,birkaç duvarın arasında, gidemeden ruhuma ters. Kaldım. Sattım gitmeyi. Arkama bile bakmadım. Bu aşk olmalı.
      Ve sen gidiyorsun. Tam kalmışken sana. Gitmek..  En sevdiğim eylem ama sen gidiyorsun. Ben kalmışken. Gitmeye aşık  bri adam sana nasıl gitme diyebilir ki ama gitme kal sende kal bir ihanette sen et değmez mi bir kere gitmemeye. Sen neden sevdin gitmeyi. Gözlerinde hiç kaldın mı? Şimdi gidiyorsun. Bu diyarda sana kalmış bi adam, deli, yalnız, sensiz, kendisine gitmeni beklicek. Ben sana gittim sen benden…
       Ve sen yollarımı değiştiren kadın.  Yağmur ıslatırken benden daha fazla ağladığını kanıtlarcasına, elimi tuttun ve gittim. Beceremediğim ne varsa topallayan hayatımda şimdi bir nefer sana atılan kalp atışlarında. İnanmadığın hayata inanan bi adam kattın hem de kendine. Şimdi sen gidiyorsun ya bende geliyorum.Sus aramızda kalsın. Bir kere daha seninle sana gidicem. Ama sen dahi duyma adımlarımı.
      Ben sana gittim, sen benden. Gitmeyi seviyorum ama gitme gitme….

                                                                                                               CİHAN UYSAL

3 Ağustos 2011 Çarşamba

BİR TEMMUZ’UN 23’Ü OLMAK


           Bir temmuz ’un 23 ‘ü olmak; yüzyıllardır sevilmemiş bir çiçeğin suya kavuşması gibidir. Hayal bile edilemeyen güzelliklerin ana tanrıçasına sunulan bir kurban asaletidir. Bazen 23 temmuz olmak sadece herhangi bir gündür yazın ortasında bazen zindan geçmiş yılların firarıdır. Çocukluğumdaki bayramlar gibiydi benim yirmi üç temmuzum, sarılarak uyuduğum elbisemdi, gelsin ama hiç gitmesin şıklığında. Geldi ama hep gitti. Ne bayramım kaldı ne elbisem. Yirmi üç temmuzdur aslında doğmak bazı takvimlerde ya da takvim yapmak tek bir günü acı dolu bir bedene. Çok inanılan bir aşktır belki de, belki de aşka bile inanamamaktır.
          Yazmaktır ne var’ı ne yok’u kağıt bile olmayan beyazlıklara, aşk denilen acıyı hissederken yaz güneşlerinde. Aşka olan inancımı arttırmaktır acıyı her gün bi kere daha alıştırırken bedenime. Yirmi üç temmuz oldu ben doğdum, yirmi üç temmuz oldu ruhumu toprağa verdim sadece bedenim arda kaldı. Rutin olmuş rüyalardır bu gün hiç ara vermeden aynı kahramanı görmektir. İstememektir bazen korkulu sahneleri yaşamak ama en çok ta istemektir her gün inandığı kaderi görmek düşlerde de olsa. Güneşli güzel günlerin ne zaman geçeceğini merak etmektir acı verdiği için her gün yükselmeler; karanlık bir bedeni aydınlatma inadıyla. Ama bazen şükür olmuştur bu gün terkedilmiş bir ruhu evlat edinen o kahramana bakarak uyanırken. Her gün uyanmaktır uyanmanın manasının dışında, bazen tanrılara sunulan bir kurban bazen çocukken görülen rüyalar gibi masum, parlak, inanılmış. Bir uyanıştır bu gün evet, kendisine olunan inançtır. Keşfetmektir başka ruhlara kalplere nasıl girildiğini. Ömrünün en güzel mevsimidir bir ömürde.
         Durup durup aklına getirmektir, umut etmektir, bu umuda inanmaktır ve karanlığın bastırmasıyla umudunu yeniden rafa kaldırmaktır. Aynı rüyalara aynı saatte dalmaktır ve aynı saatte uyanmak. Biliyor musun en çok unutmaya çalışırken unutmamaktır ya! Bir şehri terk etmektir oysa o şehir de doğmuşken yenidenlere  bir temmuz gecesinde rakamlar 23 ü gösterirken. Şimdi o yollarda yürümek için her gün dualar edilmelidir ve o rüyalar tekrar tekrar görülmelidir gerçek olduğuna inanarak.
         Konuştum insanlarla, gururluca sığındım kelimelerine, ağladım onlara göstermeden karşılarında, aşkıma inandırdım, paylaştım ve paylaşamadım, kaçtım bir gerçekle karşılaşmamak için, yokluğun…
         Yokluğundur belki bu temmuz tıpkı gelmişken bir temmuzda yalnızlığıma. Bir sondur en güzel mevsimin adıyken tenimde bir başlangıç olamaz artık benim iliklerimde, ciğerimde. Bir ağıttır hiç görmediğim rüyalara. Ve bir ağıttır yalvarışlara. Gökyüzüne anlamsızca bakmaktır ya oralardan bakarsın diye. Belki aklının bir köşesinde, belki dilinin bir kelimesinde, Gözünü kapattığında bir an o karanlığın arkasında, Belki bir bedduada ya da bir şükürde, en kötüsü bir unutuşta ,en güzeli hiç unutamayışta, serzenişte, başkalaşımda, iki gözde seni aramaktır ayların en güzel gökyüzünde. Hafif rüzgarlara kapılarak yamaçlarına gelmektir kilometreleri geçerek bir anda. Belli ki vahiydir her geceme, düşünceme, dudaklarıma düşen.
         Bir temmuzun yirmi üçünü anlatmak; bir yakarıştır soluksuz kaldığım anlarda .Kulağımda çınlayan işkencelerdir. Bir vazifedir ruhuma söz verdiğim. Hiç sevmemektir yalnızlığı artık. Oysa ne kalabalıktım geçen yirmi üç temmuzda. Her sabah sevinç çığlığımla uyanırdım, inanırdım yaşanacak güne o doğanın en güzel kokusuyla uyanırken. Temmuzumu anlatmak şimdi dalgalı denizde boşa çektiğim küreğin sesini dinletmektir başka mevsimlere. Anlatmaktır benim temmuzumu nesillerime.
        Sevmek nedir? Nasıl bilinir? Nasıl yaşanır? Çok mu acıdır? Çok mu tatlı? Soru mudur hep? Yokluk…
        Bir sabaha karşı koyuldu valizlerim eski bi trenin bagaj kısmına. Yasladım başımı camına o eski trenin, çıkaramadım sesimi, gidişimi izledim trenin camına yansırken eskimiş yüzüm. Aklım valizlerimde miydi yoksa acımı unutturmak için beynimin bana hediye ettiği bi oyun mu çözemedim. Ama aylardan temmuz değildi bunun farkındaydım. Hiç bilmediğim bir yere hiç bilmediğim bir sebeple gidişimi izliyordum, ne garipti sebepsizlik. Bitmişti işte en güzel tatilim ait olduğum yere istemeden gönderilmeliydim ve böylede oluyordu. Bu tren odama yani tek benim sığabildiğim kocaman yatağımın olduğu yere gidiyordu sanırım, elim kolum bağlı. Vardı tren odamın kapısına inme vaktiydi valizlerimi aldım ve girdim kapıdan içeri. Yatağım karşıladı beni –Gel, yorulmuşsun. Dedi ve sustu. Valizimi boşaltmadım belki dönerim o en sevdiğim odaya diye. İmla hatalarımın dolu olduğu kağıtlara adadım kendimi o en kotu mevsimde. Sabahlara kadar bekledim o temmuz tekrar gelsin diye. Ağladım, yoruldum, yo yo hiç unutmadım sana sözümü, bir ömür boyumu, adayışımı, yaşayışımı. Yo valizimi hiç boşaltmadım.
         Bir temmuzu anlatmak; belki sevimsizdir güneşli günlerde. Ama bilinmelidir bazen sizi kavuran güneş başkalarını ısıtamaz. Ben bu temmuz çok üşüdüm. Şimdi odamı kilitledim, bir temmuzun yirmi üçü olmayı anlatıyorum temmuz un yirmi üçünde. Bazıları hayatlarının en güzel mevsimine uyanırken. Bazıları bilmezken bile hangi ayda olduğunu. Ben biliyorum, sadece bu ayı biliyorum adı Doğmak bir dokunuşla. Bazen ölememektir en sevgiliyi düşünürken sadece bu ayda. Bir temmuzun yirmi üçü olmak, bir aşka inanılışın yıldönümüdür. O gün olmak en sevgilinin bile bilmediği bir gün olmaktır. O gün olmak yüzyıllarca yaşayacak bir kalbin en temiz aşkıdır. O gün olmak karanlıkta ağlamaktır. O gün olmak valizi elinde o kapının önünde beklemektir. Benim temmuzum olmak dünyanın en güzel mevsimidir.
         Nice Mutlu Yirmi Üç Temmuzlara…….

                                                                                            CİHAN UYSAL

23 Temmuz 2011 Cumartesi

NE DEMELİ?


      Sen neyi arıyorsan o’sun demişler. Şimdi ben neyim? Bir kül kokusu olabilirim mesela ya da duvarlara sinmiş is kokusu. Ama ne fark eder çok yakın olan uzaklarda nefesim alınırken.  Ben seni aradım sen oldum.
     Akbabalar dolaşıyor ürkek tenim çürümeye durmuşken o ismini söylemedikleri çölde, susuzluğumu düşünüyorum ama bastırmıyor hiçbir serap. Sen dolaşıyorsun kum gibi ince ince, usulca, gitmemişçesine. İsmin yazılmış tüm duvarlarıma bir fotoğrafın bile yok. Örümcek ağları sardı kafesimi yaşamın bir belirtisi olsa gerek. Ben yokken güneşler doğuyor, ısıtmıyor, adımlar atıyorsun tenime basıyor adımların ve ben titriyorum sebepsizce üşümeden. Bir adam varmış diye başlayan bir hikaye oluyorum sonu olmayan, sadece gelişmekte olan. Anlatılıyorum belki…Düşler görüyorum. Yorumlayamıyorum.
     Şimdi orda bir yerde hiç akla gelmeden, hiç düşünülmeden , özlenmeden, unutulmuş bir beden olarak gömülüyorum zamanın kara topraklarına, her gün bir dakika daha. Yas bile tutulmadan, arkamdan ağlanılmadan. Silin izlerimi, kapının önüne koyun her nefesimi, her uyuyuşumu, gördüğüm her rüyayı. Ben seni aradım sadece sen oldum.
     Oysa ben her bulduğumda şölenler düzenledim sana , yeni doğuşlar gerçekleştirdim aklımı almaya çalışan yaşama inat. Her dakika bir kez daha sen oldum. Ama senin hiç farkına ulaşmadı her bakışımın bir ömür olduğu. Çıplaklığımı gördüm sabahlara bakarken, kelimeler cebimde cümleler kurdu çıkıp sana şiir olmak isteyen. İçime yazdım şiirlerini, hepsi saklı olması gereken yerde. Bugün çok özledim sana ait olan beni. Sen olan sana ait olan, bu bendeki karanlık bir pus. Doğmalara inat toprak kokan bedenim şimdi ben. Umutlarımı da azad ettim ardından belki sana ulaşırlar diye. Yeni yüzlere anlatıyorum bi nebze olsun sana benzesinler diye sora karalıyorum acı çekmelerime inat suretleri. Sen suya dokundun su titredi yaşatıcı özelliğini tüketti bedenimde.
      Sana ağlayan yollar verebildim beceriksizliğimden kalan. İster miydim gözlerinden süzdürmek o damlaları. Sen hiç yaşanmamış bi bedensin artık bende ama ben o yaşanmamışlığı inadına yaşayan bir isyankarım doğmalara inat…

23 Haziran 2011 Perşembe

BUGÜN MUTLU OLSAM YA

      Gülerek başlamak istedim bu kez yazıma...beceremedim. İnsan neden yalnızken gülemiyor ya da gülünce neden o güzel yakıştırma yapılıyor;deli...
      Kalabalık yollardan geçtim yine ama gerçekten kalabalık,insan dolu.Bir fark vardı ve bu farkı ben yine kendimde aradım.Oysa ıslak bile deiğildi yollar bulutlar nem kapmışken.Burnum sızladı gozlerim yaşardı, bu sefer sebepsizlikten.Adını unutmayı denedim,ilk aklıma gelen yine adın oldu.Kendimi salaş bir çay bahçesine attım şimdilerde cafe dedikleri.ama yine boş olanını seçtim.Sonra farkettimki seninle zaman harcadığımız yer ve ben aynı koltuktayım.Kokun sinmemiş.Şekerlik aynı,bardakalr aynı ben tek başıma...
    Kaçmak istedim,terketmek istedim bugün bu bomboş şehri.Gidemedim.Yollarıma çıkarsın diye kendime yollar yarattım,aynı yollarmış meğer döndüm durdum.bulamadım...sabaha karşı bi rüya gördüm.tamam kimi kandıryorum?ben hiç uyumadım ki sensiz.her rengini gördüm bu şehrin.Oysa ki ben sadece tek renk istedim.güvercinlerde,rengim de sende kaldı.
    Mutlu olmak istedim ilk kez bugün...beceremedim.Sorgulayan gözler görüyorum,üzerime üzerime gelen,korkmuyorum diyorum sorun sorularınızı duymuyorum diyorum,dünyanın en korkak adamı olduğumu farkettirmemek için.aynı rüyalara uyanmak istiyorum,canım yanıyor.Canım yanıyor ve canım yanıyor.Gittin,gittin,neden,neden gittin,nereye gittin,gittin,neden,neden...
   Gülüyorlar,al beni burdan al,herkes gülüyor tavla bile oynuyorlar ama ben adını unutmadım ki,burdayım işte al beni burdan sana hiç yalvarmadım ama lütfen,al beni burdan,götür dünyanınm en huzurlu kucağına,okşama saçlarımı ne  olur ki.Al beni,bugün mutlu olmak istedim.
    Islak saçlarından yayılan o daha önce koklanmamış koku vuruyor her soluk aldığımda,yaşamamak istiyorum ya bi kere daha görürsem seni  ihtimali akıtıyor damarlarımdaki kanı.her sabahalra hazırlanıyorum sanki bu şehre ilk kez adım atıcakmışım gibi.Gece ağladıklarım gündüz kahramanlarım.Ne renkti gözlerim nasıl kokardım ne önemi var?
   Bugün istedim mutlu olmak sadece.beceremedim...kanlar ağladı yine tadı damağımda kaldı.Hüzünlendi güvercinlerim,gelmediler balkonuma.Kapım çalsa bir sabah,şenlik tadında kahvaltılar hazırlansa,sen gülsen,ben...

15 Haziran 2011 Çarşamba

MAVİ'YE

   Mavi’ye

Asil suskunluk . Doğuştan terbiye edilmiş üslup. Doğaya aykırı olan ne varsa şu sıra sapkın olduğum şey “o”. Altın kanatlılar kum saçmış mahzeninin etrafına . Öyle utanmaz bir incelikte işlenmiş ki, köhne parmaklıklar , şeytanın aklına namahremi sokması gibi çağırmış . O da bundan ötürü karanlıkta ; siyah mı ona dolanmış yoksa o mu siyaha belli değil .
Bilmezken o , bilmem hangi yürüyüşte dinlenen şarkının kaçıncı ölçüsünde damlıyor yüreğine birkaç damla mavi . Tebessümlerin nedeni olmaktan korkarken , ilhamı oluyor sessizliğin . Sürüyor nüansların da ötesindeki kelimeyi , başka bir ülkeye . Kaba hali değil , nüansı o mavimin .Onu görmek istediğim gibi görüyorum . O ne benim ne de benim gibilerin isteklerine , zaaflarına , aksiliklerine , tetkiklerine sahip. O uçsuz özgürlükte bekleyen bulutların ta kendisi . Sarıp sarmalamış sükuneti ; kimi zaman parçalı bulutlu yahut yağmurlu da olsa . . .
Aması var ! Kahrolasıca kurallar eşliğinde , kin dolu , kibirli prensipler, yasalar doruğunda, kalbi bir çocuğun saflığından uzak büyümüş . Bedenini her kurtarışında , yüreği daha çok yanmış ; çırpınıp durmaktan . . . Örümcek  ağını örmüş , elini ayağını çekmiş çocuğun fakat o mücadele edip kurtarmış ta ki boynundan yakalayana kadar . İstemli bir dövüş veya istemsiz işte . Ne fark eder? Sonuçta sormamış mı tanımadığı bir kadına “neden gelmedin , neden bana mavi demedin daha önce ? “ diye . O da susmuş, konuşmuş yalnızlığı .
İşte şimdi kadının yalnızlığını dile getiriyor satırlarım . Dışarıdan altın , içeriden cehennemsi mahzendeki adam ! Sen verdin elini siyaha ; mavi seni beklerken . Hadi çıkar mavi kalbini yerinden . Işığıyla açılsın parmaklıklar , sonra bak yukarı . İşte o ! Tam o bulutun üzerinden sana tebessümle el sallayacağım . İşte bu kadar basit . Hatta kalbini benimser doğru yerine koyarsan , kanatlanır kurtarırım seni yeryüzünden .

         MELEK

14 Haziran 2011 Salı

     Bir varmış bir mavi...Ağlamaktan helak olmuş en masum bakanları.Sonra doğdu sanmış ona ait mavi gülüşler.İnanmak istemiş,ağlamış.
             Sabahlara uyanmak istedin sen en küçük olarak bu buhranımsı kokunun tam ortasında.Yeni alınmış ayakkabılarınla çocuk olmak bir bilinmeyen yolda.Kemanlar dinlerken sessiz bir konserde ağlamak...Keman olmak yani ağlatmak,inceden ağlamak damla damla.İnanmak istedin o bir gün geleceklere ki seviştin bi çok kez duvarların arkasında ki özgür çocukla.
             Kendinden ödün verdin hep,o sevimsiz orada caka satarken.Sevmedin belkide kendini uzakta ki adamın sevdiği kadar göremediği gözlerini,içindekileri.O sevmeliydi belkide,ona ödev verilmişti ama sen küçük bir kadındın daha rengini bilmeyen.Sen renk olmak istedin ama renk, mavi, adam.Koştu o, yoktu sonra var oldu,sen bilmeden isteyerek.Mavilere büründün hayatla beraber,adam yalnız ağladı, sen yalnız.Hep bildi ne renk olduğunu akarken gözlerinden damlalar, denize karıştı aynı renk oldu.İzledi o sahilde seni, ruhunu ve unutmaya çalıştı düşlediği seni ama beceremedi uzaktan damlalarının seleri çınladı kulaklarında.Adam yanında var oldu her bi köşede uyuyuşunda.Rüyalarının bekçisi...
            Suratlar çizdin aynaya bakıp ve aynadır aslen günlerin geçmesi.Biz onlara gün deriz, gün ağırır yalan olur ruhumuzun en saf halleri.Kaybederken derdiğim çiçekleri elime diken battı,yaşlandım yaş aktı ağlamadım.güneşlere doğdum yeşillerin arasında ama çocukluğumun pazar mavilerini özledim hep yeşile inat.Sen orda düşlerken gelcekelerini ben geçtim o yıllardan seni izledim seni bildim.Sen ağladın, ben gördüm güleceğin nesilleri.
            Bir renk yarattın kafanda en sevdiğimi.Sana adadım bana ait olan o kusursuzluğu.Sen istedin bir renk doğdu yüzyıllardır aynı renk olan.O na sordum sen nesin?Ben bir kaderim ya da bir kaderin adı.Dedim adın yok mu? Var dedi,var bir adım.kim verdi bu adı sana dedim.Melekler verdi dedi.Adım mavi bir melek rengi...                        BİR MELEĞE AĞIT
                                                                                                                                      CİHAN UYSAL 
  
                                                                                                                     

10 Haziran 2011 Cuma

DOĞAÇLAMA

Düşmüştüm ayağa kalkmasını öğrendiğim anlardı Korkularımı ayak izlerimde bırakırken küçük adımlarla, karşılaştım derin bakışlı o adama 2 dakika ölü balık gibi çırpındım gözlerinin okyanusunda, hisettim, öptüm, kokladım ruhumla en gerçekçi halimle, bikez olsun en saf halimle konustum ve ilk kez dinlendim. okudum anlattı dinledim, sonra uzaklaştım korktum, bi yükü iki kişi taşıyamaz dedim. gözleri çarptı yüzüme acısı tokatladı mimiklerimi belki dedim... o an kendime o kadar yabancı hisettimki bu kelimeyi, belki... iyi gelirim ona hayal etmek bu kadar kolayken umut etmek neden bu kadar zor... öylece dökmek istiyorum kalemimi kırarak sinirlendirerek ağlayarak bu yabancı adama öylece yazmak istiyorum her gün her saat her dakika, beni hissedip bana yazdığı gibi
hissetmek neydi ki ? ilk kez ruhum hissedildi ve ilk kez anlaşıldım ilk kez bir ruh benim ruhumla cümleler kurdu upuzun, gerçekten bedenimle değil... hiçbirşeyi tanımadan bu ruha sadece kalemi kusturmak istiyorum bende. sadece sarılsın saçlarım titresin göğsünde uyusun tüm kötülükler dünya güzel biryer olsun...sonra tekrar şiirler yazsın yazsın söylesin anlatsın hiç susmasın hissettirsin ... ilk kez bu kadar saçmalıyorum.
sonra...
bencil ...bencil olmak lazım dedi mühürlemek istedim dudaklarını gözlerimle susturdu içimdeki beni geri çekildim yine... kaçtım... bencilliği bulaşır diye korktum canım yanar diye çok korktum, üşüdüm sonra tekrar tam ısınmışken, canım yandı .ben kendimden başka kımseye acı çektirmedim ben hiçbir zaman bencil olamadım. ufak bir kahkahayla geçiştirdim herşeyi çünki açsam ağzımı konussam ses etsem belki... komik ve basit gelirdi ona korkularım acılarım... anlayamazdı... şu sıra en acı çektiğim anlarda kalbimdeki kelebekleri bıcaklar gibi... ``BENCİL`` kötü ve ruhsuzca gülümsüyorum şimdi , geç kaldık biz hayata 1 adım kala tökezledik ikimizde belki sen benden ben senden daha ağır yaralar aldık. ama düşmedikmi sonunda... ben kaçmayı gülümsemeyi seçerken senin gözlerin neden bu kadar... bencil olman gerektiğini savunurken neden bu kadar iyi ve temizsin adam?
Ben hayatla tekrar arasını yapmaya çalışırken umudunun sen umutlarına kırık camlar üzerine sermiş yürüyorsun gözlerimin önünde . ayaklarına batıyor o camlar...hissediyorum. acı çekiyorsun.
Kaybettiklerine ağıtlar yakıyorsun. biriktirip saklıyorsun sonra onları kininde, Tanrının yazdığı bu senaryoda bizler ceninleriyiz azrailin. doğmamış bebekleriyiz tanrının herkese. ne kadar zarar görebilirdik ki mutluluğu paylaşırken, kaç dakika dayanabiliriz sevgiye, neden bu kadar zor yaşamak? sormak lazım tanrıya ama eşit bölünmüyor hayat ama herkesin acısı herkesinkinden büyük hüzünleniyor ağlıyoruz. adaletsizmi tanrı? hayır... tabi ki eşit bölünmüyor hayat kımısı çok mutlu kimisi kaybetmiş kimisi çok yalnz savunmasız. Kimiide çok mutlu dertsiz tasasız bize zor sorular verildi bu sınavda tembel bir öğrenci olmamk için gülümsemeliydik. yapamadık acıdı her bi yanımız oysa ağlamak olmasaydı nasıl temizlenirdi ruh, acılar olmasaydı nasıl nefes alırdık. gülümseyerek .

KÜBRA ÖZDEMİR

KAN REVAN PAPATYA

Dünya belkide istemedi, bedenine adım atmasını.İnat etti, baş kaldırdı daha adını bile söyleyemezken.Ruhunda bu vardı, isyan ve hayatın ona karşı tıpkı diğerlerine olduğu gibi alınacak bir intikamı.
Ne renkti gözleri önemli mi? dünyaya aynı renkte bakarken.Adının unutulmaya hakkı bile yok, mesele yaşamak hep mutsuzken sıradanmış gibi.
Ellerine papatyalar aldı büyürken,sadece onların kokusunu öğrenebildi.Dumanlara boğuldu,puslara daha aydınlık bakmak için.Deniz kıyısına çıkar sabah yellerinde, belkide özlerinin rengini anlamak için ya gelirse gelmeyeceğini çok iyi bildiği o deniz taşıtı.Tanıtamadı hiçbir varlığa kendini.O kendi içinde vardı,yürüdü.Öyle ya o kadındı daha küçük bir çocuk olamadan.O da isterdi uçurtmalar uçurmak, annesinin topuklu ayakkabılarını gizlice giymek,ruj sürmek kırmızı...
Saatler kendini unutmuş,yollarına devam ediyorlar,hiç sormadık onlara bu kadar kaderin ömrünü tüketmek vicdanlarını sızlatmıyor mu ya da sızlıyor tik taklardan duyulmuyor.Kahverengi bir yalnızlık sinsile si yola vurumlar,anlamsız sırıtmalar da gizli belki aşk,belki o ince çizgiyi geçtiğimizden.Bir gün de bulutlar mavi olsa ben gerçek olsam sen hayalperest.Acımasa...
Tanımadan bilmek,güneşler patlarken üstümüzde,sana uzaklaşmak bedenimi kavuran acı kırıntılarını tek tek sayarken.Bir bekleyiş şarkısı yazdım ama beklemelere tahammül yok bekleyişlerden tam vazgeçmek üzereyken.Okuyorum,çalamıyorum.Hiç bilmediğim ezgilerine armağanımdır giderken.Gecelere hoş gelişler ola o kanlı haykırışlarına selam durmaya bahane ve sen papatya çiçeği,bırakma o masum elleri,sana ne de kıymet verirler bir bilsen.
Tozlu yolların var üzerine izlerini bıraktığın,hapsettiğin solukların var odana ve sen kadın, melekler uyutur durmuşken sabah uykularına.Kan,revan,papatya bildiklerim bunlar şimdi seni tanıyorum sanırım...

CİHAN UYSAL

11 Mayıs 2011 Çarşamba

PARDÖSÜ

Ben hep yedi yaşımdaydım…
Dişlerim düşmüş, hayata daha sevimsiz gülüyordum. Upuzundu, çok güçlüydü, uzun bej rengi pardösüsüyle yokuşun başından geliyordu , o zamanlar değil ama şimdilerde ve sonralarda kahramanım olan, kavramını yeni anladığım babam.
Ağladım…
Gözümü açtım. Kapattım. Ağladım. Sonra gözümü kapattım. Saygısız bir acı girmişti hayatıma. Ama ben daha hayat kelimesini bir iki kez kullanmıştım cümle içinde. Hıı bir de bir filmde adam karısına ‘’Hayatım’’ demişti. Ne ayıptı. Omuzlarımı gördüm aynada. Çökmüşlerdi, nedendi? Sonra sakladılar o bej rengi pardösüyü dolaba. Belki de ben giyerim sonra diye. Onunla birlikte kime ait olduğunu sonraları anladığım kokuyu. Babamın kokusunu. Ağladım.
Kendime bile göstermediğim gözyaşlarım oldu, bir de utangaçlıklarım. Hayat kelimesi daha sıktı artık hayatımda. Övündüğüm bir özelliğim vardı artık, ağlıyorum ama kimseye göstermiyorum. Elini tuttum annemin ama sol elim boş kaldı bende cebime koydum. Omuzlarım daha da çöküyordu ayna karşısında. Acaba aynadan mıydı?
Hayallerim oldu…
Bir pardösüm vardı. Bej rengi. Yokuşun başındaydım ve yukarıda uçuşan eteklerime bakıp ‘’ Bende senin gibi olacam. ’’ Diyen gözyaşlarım bekliyordu. Hayallerim oldu anlamadan geçen yüzyıllarda. Hayallere yattım hayallerimin içinde hayaller kurdum. Ama ben hiç gitmeyecektim. O pardösüyü kendim giydirecektim gözyaşlarıma hayal de olsa. İki yüzyıl yaşacaktım kaderimi yanımdan hiç ayırmadan. Eteklerim uçuşacaktı yokuşu çıkarken sonunda gözyaşlarım hep gülecekti.
Gözlerini değdir bana…
Sonra sen vardın. Hayal mi yoksa bir hayalin gerçekliği mi?
Gözümü açtım…
Yüzyıllardır koklanmamış bir koynun kucağında saçlarım okşanırken açtım gözlerimi ‘’-Uyandın mı ?’’ dedin bana ‘’- Çok uyudun’’ Rüya görmüştüm gözlerim yaşlı uyandım. Gözlerine baktım. Özledim seni dedim. Bir hayale uyandım. O hayali yaşamak için uyandım bir pazar kahvaltısı huzuruna. Pazar günlerini hiç sevmedim değil mi çayır kokusu olmadığından, uçurtmasız. Pamuklar görüyordum rüyalarımda ve ben pamuğumu çok seviyordum. Hem o yokuştan çıkarken kucağıma alıyordum gözyaşımı eve giriyordum tüm nehirlerin ışıltısı gibi gözlerin selamlarken beni. İçim pamuk kokuyordu kimsenin bilmediği.
Aynaya bakıyorum…
Bir hayalim vardı. Sarılıp uyuduğum. Şimdi gitti. Yok. Kapatma gözlerimi daha yeni biriktirirken renkli düğmeleri. Hani gökkuşağına süs yapacağım.
Ben uyanamam. Hayallerle hayal kurmak değil, yaşadığım hayalimle yaşamak istiyorum. Gitme sevgimin doruk noktası. Daha karıncadan izleyeceğiz yeşerirken toprak ananın tohumları. Dallarım kopuyor mevsim yaza girerken. Sana söz vermiştim gözlerinden gözlerimi ayırmayacağım için. Daha kapatmadım gözlerimi ama yoklar. Mevsimim kararıyor. Kapatmama izin verme gözlerimi bilirsin yirmi yılım geçiyor her kapattığımda.
Ayna…
Omuzlarım çöküyor yine dik tutmaya çalışsamda. Ben iki kez ağladım yedi rengim. Bej rengi pardösüye bakarken bir de sana dokunamazken çaresizliğimde .
Bir pardösüm var bir de küçük hayallerim…

UYSAL CİHAN

7 Mayıs 2011 Cumartesi

BİLİNMEYENE AĞLAMAK

İsmini koyamadığım yalnız goğuşların yalnız yaşamlarıydı,en puslu sabahların birinde.Sola döndüğümde yalnızlık var en papatyamsı kokularda.Bir göz var uzaklarda adını bilmediğim hiç yoktan var olan.Dokunamamak bir bebeksi gülüşe ellerim terlerken soğuk duşlarda.
Neydi bilmemek kokusunu duyadığın bedenlerin ten'siz sarılmalarına açmak kucağımı.Her gün duman vuruyor gözlerimin altlarına.Hani ben sendim sense daha şehrime adım atmamış bir yolcu.Silüet gibi doğan güneşin altında sensiz geçmişim.
Uzaktan bir sıcaklık sardı sen bakarken ufuğa,gemiler geçerken el salladığn denizden.Orada bir yerde bir yunustum,sen bilmezdin ama ben sana oyunlar yapıyordum.Uyandım sonra iki küçük göz vardı içinde yüzyıllar biriktirmiş.Öylece bakıyorlardı,senin yalnızlığın nerende? diye haykırıyorlardı,öperken ruhani rüzgarları.
Şimdi beyaz bir kağıt,bir kaç kelime,bir de tanımadığım gözyaşları,derlerken içimde büyümeya başlayan papatyaların kokusunu.Sırtımda bir heybe,içinde umutlar...

1 Mayıs 2011 Pazar

HOŞÇA KAL ÇİÇEĞİ

Aklıma belki, tenime de ama gözlerime dinletemiyorum sensiz uyanmaları.
Soluklarım nefret ediyor solunduğu ciğerlerinden. Gözlerim kaçıyor benden aynaya her baktığımda, bu şiddetli sensizlik kaç gün oldu diye aynaya sorarken. Şehre pencere açıyorum sabahları, şehir arkasını dönüyor bulutları üzerime salıp. Hep yarım türküler dinliyorum sonunu bana yazmadıkarı.
Eşyalarım toplandı , biletlerim kesildi , ruhumda koyuldu çantanın ön gözüne.Bana kalan taşınmak bir sensizlikten diğerine.Ama en çok sen varsın o çantanın içinde.Ayrılırken sus BÜYÜK ol dediler ama ayrılırken ben kalmamıştı bende.
Ben hep sana sarıldım şehir kıskandı. Her sabah anlattım ona ne denli küçük olduğunu bu nazlı sevdada. Pamuk çiçekelrini biriktirdim insanların üfleyip bozdukları o nadidelikleri. Gösteremedim acıyla kavrulmuş ciğerimin sana nefeslendiğini.Terkedildiğimde en çok seni getirdim yanımda.Sen o düşlenesi gözlerini kapattığında ben hep nöbet tuttum kahkaha attığın rüyaların başında.Sarılmadım sana giderken bir denizde boğulmayalım diye.Her sabah penceremi açtım şehre ne kadar yalnızlık yağmış görmek için ama unuttum tüm yalnızlığı odama biriktirdiğimi.Mısralar yazdım,binlerce beyaz kağıt beynimde, acıktım odamdaki yalnızlıklardan atıştırdım.
Üşüyorum…
Siyah…
Ben en çok seni getirdim yanımda. Bir sana baktım bir de sigara yaktım. Babamın yokluğunu fark ettim sen olmayınca ve binlerce özür diledim ondan sana en çok ağladığım için.
Yaşamak…
Beceremiyorum…
Sonra uzak kırlara gittim nedenini hiç bilmeden. Oturdum saatlerce bir ağacın gölgesine uzaktan baktım sana bulutlar pamuktu. Bir de kendime baktım, göremedim, sirenler çeldı…
Beni terk ediyorum…
Gidiyorum kendimden yanımda sadece seni götürüyorum. Ağlamazlıklara içiyorum, bu sözde, asil kahve kokulu yaşantıyı odama kilitleyerek. Ciğerlerimi de bırakıyorum nefesim tiksinirken bir kez daha ya. Hazırla prenses heybemi damlalar düşerken yola çıkmalıyım.Bir kaç tane kokunu bırak, yolda azık yaparım. Hoşça kal çiçeği…

16 Nisan 2011 Cumartesi

pamuk

eğer benim olsaydı sana zaman hediye ederdim...
elimde değil...
ancak şimdi sana koca bir boşluk getiriyorum kucağımda...
içinde saf sözcükler ve dağılmış bir ben olan...
zamanlı zamansız...
tamamen senin...
istediğin gibi doldur... sevdiğin kadar anla, anladığın kadar sahip ol...!!!
olmadı küçük bak yine yapamadım. kahvaltı yapmadım sonra öğlen atıştırmadım akşam mı bi sigara yaktım kendimi doyurdum sandım…
suskunluğuma şaşırıyorsun dimi kulağında bi uğultu oluşuyor dimi gelmeyen her bende,bende olurdu küçük kendimi tanıyamıyorum seni düşündüğüm her dakika.
Sana bi boşluk bıraktım içim okadar boş ki acı doldu sadece boşlıklarıma kanım çekildi ben sadece silüetim artık…
Her sabah oluşunu her sabah karşılıoyorrum şehirle yarışıyoruz ama ben galibim sanırım en çok ben ağladım ama hangimiz daha çok üşüyor onu bilemedim.
İstediğin gibi doldur ben senin gözyaşlarını sayıyorum her rüyaya dalışımda her damla için yalvarıp sığınıyorum kendime ıssızlığa…
Sevdiğin kadar anla beni, anladığın kadar sahip ol…
Ben san aidim her soluğumda, her düşümde, her gerçeğimde ve her uyandığımda sana… pamuklara sardım ben pamuğumu göğsümün üstünde filizleniyor ben ona çok iyi bakıcam…
Seni çok seven bi küçük!!!